02 Ağustos 2020

Eski bir Hint Hikâyesi




Hindu cennetinde kalpataru denen bir ağaç vardır. "Dilek ağacı" demektir. Tesadüfen bir gezginin yolu oraya düşer. Adam yorgundur, ağacın altına oturur. Ve aç olduğu için, "Burada biri olsaydı, yiyecek isterdim. Fakat kimse görünmüyor" diye düşünür.
Yiyecek fikri zihninde göründüğü anda, yiyecek aniden belirir. Adam çok aç olduğu için bu konuyu düşünmez bile; hemen yer. Sonra uykusunun geldiğini hisseder ve "Keşke şurada bir yatak olsaydı..." diye düşünür ve yatak belirir.
Fakat yatakta yatarken adamın içinde bir düşünce yükselir: "Neler oluyor?
Burada kimseyi görmüyorum. Yiyecek geldi, yatak geldi belki hayaletler bana bir şeyler yapıyor!" Birden hayaletler belirir.
O zaman korkar ve "Şimdi beni öldürecekler!" diye düşünür.
Ve hayaletler onu öldürür.
Hayatta kural aynıdır: Hayaletleri düşünürsen, ortaya çıkacakları kesindir. Düşündüğün şeyi göreceksin: Düşmanları düşünürsen onları yaratacaksın, dostları düşünürsen onlar belirecek. Seversen, dört bir yanında sevgi belirir; nefret edersen, nefret belirir. Düşünmeye devam ettiğin her şey belli bir kural tarafından yerine getirilecektir. Hiçbir şey düşünmezsen, o zaman sana hiçbir şey olmaz." ( 🙂 )
OSHO - Çamların Kadim Müziği / Zen'de Zihin Birden Durur

Az ve Öz


Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylaz, üstelik gevezelermiş.
Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok "Evladım az ve öz konuşun" demişler ki, sonunda adları Az ve Öz kalmış.
Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi - kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan'dan, Eski Roma'dan, Eski Türk'ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos'u bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos ustayla.)
Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmış, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az'ın ve Öz'ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş.
Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar.
Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az'a "Ben uyurken ne oldu?" diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz "Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?" demiş. Az, "Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu" demiş. Öz heyecanla "Nasıl bir kuştu?" demiş. Az "Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü" demiş. Öz "Gagası nasıldı?" diye devam etmiş. Az, "Ne bileyim dikkat etmedim" demiş.
Öz bu duruma çok üzülmüş. "Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik" demiş. Az "Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?" demiş.
Öz "Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır" demiş ve devam etmiş:
"Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma'nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü'dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir.
Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma'nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir."
Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz'e "Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?" Öz, "Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür." demiş.
Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.
Prof.Dr. Üstün Gökmen

01 Ağustos 2020

Acı Yoksa Tekamül de Yoktur...




Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayabilir. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek zorundadır. Kartalın yaşı 40′a vardığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz hale gelir. Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır:
- Ya ölümü seçecektir,
- Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.
Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürer.
Kartal yeniden doğmaya karar verirse, bir dağın tepesine uçar ve orada bir kayanın duvarında, artık uçmasına gerek olmayan bir yer bulur ve yerleşir.
Burada kartal öncelikle gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. Taaa ki en sonunda gagası yerinden sökülüp düşene kadar. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler.
Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile, bu kez pençelerini yerinden söker çıkarır.
Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20-30 yıldan daha fazla yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız.
Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ve anılarımızdan kurtulmak zorundayız.
Ancak geçmişin gereksiz safrasından kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin yeniden doğuşumuzun getireceği olağanüstü sonuçlarından tam olarak yararlanabiliriz.
National Geographic - Kartallar ve İnsanlar

19 Temmuz 2020

SWOT Analizi


Bir gün Ahmet efendi, Nasreddin hocayı eşeğin önünde oturmuş kağıda birşeyler karalarken bulmuş.
- Ne yapıyorsun Nasreddin hoca?, diye seslenmiş.
Hoca da:
- Eşeğime swot analizi yapıyorum Ahmet efendi, demiş.
Ahmet efendi, swot analizi nedir diye sorunca hoca anlatmış:
- Eşeğimin güçlü, zayıf yönlerini ve kendisi için olan fırsatlarla tehlikeleri bu şekilde yazıyorum. Beriki:
- Peki sonra ne olacak, diye sorunca, o da:
- Böylece iyi bir plan yapıp eşeğimi maksimum verimle çalıştırabileceğim, demiş. Bunun üzerine Ahmet efendi:
- Bütün eşekler aynı değil mi, analize ne gerek var? Diye sormuş. Nasreddin hoca:
- Öyle deme Ahmet efendi, demiş. Mesela benimkini atlarla otlatınca daha bir şevkle çalışıyor. Kendini at sanması onun güçlü tarafı. öğleden sonra bir de ineklerle otlatacağım. Belki sütünü bile içerim deyince, Ahmet efendi:
- Bekle hoca, demiş, benim eşeği kapıp geliyorum. Hoca bunu duyunca hemen atılmış:
- Aman Ahmet efendi, eşekleri bir araya getirmeyelim, eşek olduklarını anlıyorlar!😜

Keyifli akşamlar herkese 🤗 🙋‍♀️ 🌺 ☕

16 Temmuz 2020

Haşlanan Kurbağa Sendromu

Haşlanan kurbağa sendromu, toplum bilimi açısından en mükemmel tasvirlerden biridir. Bu enfes tasvir, toplumsal bir metafor olarak da kullanılmaktadır.

Konunun reel kaynağı olan kurbağa üzerinden ilk çıkarım yapılır. Bir kurbağayı, fokur fokur kaynayan bir suyun içine atarsanız, kurbağa kendini dışarı fırlatır. Çünkü doğal olarak korkunç şekilde canı yanacaktı ama aynı kurbağayı soğuk suya koyalım.. ve suyu yavaş yavaş ısıtmaya başlayalım... Su giderek ısınacak ama kurbağa buna duyarsız kalacaktır. Çünkü, sessiz ve yavaş yavaş yapılan değişimlere tepki vermeyecek şekilde programlanmıştır. Yani alıştıra alıştıra derisinin yüzülecek olması, rahatsız edici bir durum değildir.

Hatta giderek kaynayan suda halinden memnundur... Ancak sonunda onu bekleyen şey, bir tabakta tüketilmek üzere cansız bir et yığını olarak kalacak olmasıdır.

O hep 50 papellik solucan yediği için ona dünya yansa fark etmez. Değişimi algılayamayan kurbağalar, rehavete kapılıp gevşer ve  haşlanarak canlarını vermiş olur.

***

Modern toplumların modern insanlarının da kurbağaya dönüştüğünü anlayınca, onları parmakta oynatmak ne de kolay olur...

Halbuki suyun ısısının geldiği dereceyi anladığımızda atı alan Üsküdar’ı geçmiştir..

Toplumsal ve bireysel yaşamını etkileyen bazı şeyler yavaşça değişir, çoğu kimse de bunu fark etmez. Fark etmek de istemez. Farkındalık, sorumluluk getirir çünkü.

Buna ne gerek vardır? Ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey..Sonra kıyamet kopsa da olur. Ama şimdi ağzımızın tadı bozulmasın.

Buna anlık hazzın gelecek ızdırabı üzerindeki bileşik faizi değil de ne denebilir?

***

Bu arada, bilim insanları gerçek bir kurbağa deneyi hakkında farklı görüşlere sahipler. 19. Yüzyılın 1869’unda, Alman fizyolog Friedrich Goltz’un kurbağanın yavaşça ısıtılmış suda kalacağını gösterdi. Heinzmann tarafından yapılan 1872 denemesi de benzer sonucu verdi.

Ancak modern bilimsel kaynaklar iddia edilen fenomenin gerçek olmadığını bildirmektedir. 1995 yılında Harvard Üniversitesi’nden bir biyolog  Douglas Melton,  bir kurbağayı kaynar suya koyunca dışarı atlamayacağını çünkü öleceğini; soğuk suya koyunca su ısınmadan atlayacağını belirtmektedir.

Gerçek kurbağa üzerinde yapılan canlı bilimsel deneyler arasındaki tartışmaları bilemeyiz ama haşlanan kurbağa sendromunun toplum bilimi açısından tartışma götürmeyecek kadar gerçek olduğu, geçmişten günümüze çeşitli deneyimlerle açık şekilde ortadadır.

Kısaca izleyebiliriz de:

https://youtu.be/Rz5ZgcYheOw

Gerçekleri Her Zaman Söylemeli miyiz?


Biri papaz, biri hakim, biri de fizikçi olan üç kişi giyotinle idama mahkum olur.
İdam sehpasına ilk papaz çıkarılır.
– Son sözün nedir?
Der ki:
– Ben Allah’a inanıyorum, O beni kurtaracaktır. 
Allah... Allah...diye bağırır
Giyotini indirdiklerinde boynuna birkaç santim kala giyotin durur. Halk şaşırır ve hep bir ağızdan bağırır:
– Onu serbest bırakın; Allah sözünü söylemiş ve onu korumuştur. 
Böylece papaz idam edilmekten kurtulur... 
Sıra hakime gelir, ona da sorarlar:
– Demek istediğin en son söz nedir?
– Ben papaz gibi Allah’a inanmıyorum. Ama adalete güveniyorum. 
Adalet... Adalet... Adalet... diye bağırır
Giyotini indirirler, giyotin hakimin de boynuna birkaç santim kala durur...
Bunun üzerine insanlar tekrar şaşırır ve bağırırlar:
– Adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın.
Böylece hakim de boynunun kesilmesinden kurtulur...
Sıra fizikçiye gelir. Ona da 
– Son sözünü söyle derler
– Ben ne Allah’a inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hakim.. 
Bildiğim tek şey şudur: 
Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor.
 Görevliler giyotini kontrol edince gerçekten de bir düğüm olduğunu görürler. Düğümü açıp tekrar bırakırlar, böylece fizikçinin başı bedeninden kopar...
Toplumdaki "düğümler" ve sorunlara işaret edip gerçekleri söylemenin acı sonuçları olabilir..!

11 Temmuz 2020

Garcia'ya Mektup

1904 Rus-Japon harbinden önceydi. Amerikan gazetelerinin birinde ‘Garcia’ya Götürülecek Mektup’ başlıklı bir yazı çıktı. Yazan tanınmamış bir muhabirdi. Fakat bu kısa yazının anlattığı gerçekler, yüzlerce kitapla anlatılanlardan daha derin, daha özlü idi.
Yazı tesadüfen Çarlık Rusya’nın Demiryolları Nazırı’nın eline geçti. Nazır, bütün memurlarının bu yazının kopyasını yanlarında taşımasını sağladı. O sırada Rus-Japon savaşı başladı. Japonlar esir ettikleri Rus Demiryolları mensuplarının hepsini üzerinde bu yazıyı görerek meraka düştüler. Japon Maarif Nezareti bu yazıyı inceledikten sonra birer nüshasının bütün Japon yurttaşlarının okuyup yanlarında taşımalarım emretti.

Bu yazı, şimdi Birleşik Amerika’da bütün kara ve deniz kuvvetleri mensuplarına ve izcilere verilmektedir. Bu bir gelenek olmuştur.

Amerika Kurtuluş Savaşı’nın bir safhasında İspanya Sömürge Ordusu’nu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia’nın ordusuna talimat göndermek icabetti. Cumhurbaşkanı Mc Kinley, General Garcia’ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık karargahında Garcia hakkında bilgi yoktu, neredeydi, nasıl gidilirdi, hepsi meçhuldü. Mektubu götürmeye Teğmen Rowan görevlendirildi. Teğmen Rowan mektubu aldı, torbasına koydu, gitti, döndü, tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı.

Teğmen Rowan mektubu alınca:
* Bu Garcia da kimdir?
* Nerede bulunuyor?
* Oraya nasıl gidilir?
* Atla mı, trenle mi?
* Harcırahımı kim verecek?
* Arkadaşım Thomas ata daha iyi biner, onu gönderirseniz olmaz mıydı?
* Eşim biraz rahatsız, hem bu hafta izin sırasındaydım’ demedi.

Burada anlatılmak istenen, Teğmen Rowan’ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia’yı bulmasının hikayesi değildir.

Burada anlatılmak istenen konu, bu adamın kişiliğinin her okula örnek insan modeli olarak tanıtılmasının gerekliliğidir. Dünyanın her yerinde. Her gün, milyonlarca yöneticinin Garcia’ya gönderecek mektubu vardır.

Öte yandan, gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teoriler değildir. Kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleri ile sonuçlandırma idrakine ve eğitimine de sahip olmalarıdır. Bugün en çok muhtaç olduğumuz budur.

Hizmette fertlerin ilgisizliği ve bilgisizliği, toplumları ve örgütleri felç eder. Hizmetin çarkı dönerken, çarkın her dişlisinin her defasında yeni baştan bilenmesi için zaman yoktur. Yeniden eğitim yapmak gerekir. Öte yandan hizmet devamlı akmaktadır ve sürekli işlerlik içinde olmak zorundadır. Çarkın bir dişi kendi işini hiçbir nedenle durdurmaya yetkili değildir. Bu takdirde hizmet durur.

Bir defasında her yönetici gibi öylesine meşgul iken odama giren bir memur bana: "Efendim, siz birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan birini bir derece terfi ettirdiniz... Yaş ve kıdem bakımından aramızda hiç bir fark yok, öğrenimimiz de aynı. O benden daha yakışıklı da değil. Böyle olduğu halde beni hala terfi ettirmiyorsunuz?" dedi.

Ben ise dalgınlık halinde mırıldandım. "Sokakta gürültü var. Duyuyor musunuz? Nedir acaba?"
"- Gidip sorayım efendim" diye memur can sıkıntısı ile cevap verdi.
Biraz sonra döndü: "- Bir arabaymış efendim..."
"- Yükü neymiş?" diye sordum. "- Gidip bakayım efendim..."
Biraz sonra döndü: "- Arabanın yükü bir sürü çuval efendim."
"- Çuvallarda ne varmış?" "- Gidip bakayım efendim."
Biraz sonra döndü. "- Çuvallarda çimento varmış efendim..."
"- Nereye gidiyormuş bu araba?" "- Gidip bakayım efendim."
Biraz sonra dönüp cevap verdi: "- X ve Y inşaat sirkelinin merkez şantiyesine gidiyormuş efendim..."
"- Çok güzel" dedim, "Şimdi bana terfi eden arkadaşınızı çağırır mısınız lütfen? Hani haksız yere terfi eden arkadaşınızı."

Terfi eden geldi.
Ben mırıldandım: "- Sokakta birtakım gürültüler oluyor nedir acaba?" "-Gidip bakayım efendim."

Döndüğü zaman şöyle cevap verdi:
"- Kırk çuval Portland Çimentosu yüklü araba. Çimentoların menşei New Orleans. X ve Y inşaat sirkelinin merkez şantiyesine gidiyormuş. Uluslararası ulaşıma ait bir kamyon çuvallarını istasyondan almış. Çuvallardan biri yarı yolda patladığı için şimdi bunun yerini değiştirmeye çalışıyorlar."

Klemanso"nun meşhur sözü ne kadar güzel: "Bakanlık geç gelenlerle erken gidenlerin karşılaştığı yerdir." demiş. Bakanlığı süresince de garip vakalara şahit olmuş ki, birçok vecize değerinde de sözler söylemiş.

1906 yılında bir gün aklına esmiş, emrindeki memurların durumunu şöyle bir yakından görmek istemiş. Odalardan birine girmiş, kimse yok. ikincisine girmiş, bomboş. Üçüncü odada bir memur varmış, o da uyuyormuş. Yanında bulunan daire müdürüne dönmüş:
"- Sakın uyandırmayın, yoksa o da çekip gider." İşte böyle, uzun söze ve uzun izaha benim de sizin de vaktiniz yoktur.
İnsanlığın Garcia"ya mektup götürecek teğmenlere ihtiyacı çoktur.

NotkNot: Hikaye, "Ellberd HUBBART"a ait olup yorum bölümlerinin yazarı bilinmemektedir.

İpe Un Sermek

  Vakti zamanında Anadolu’nun bir köyünde tembelliğiyle nam salmış bir adam yaşarmış. Bu adam, ne zaman bir iş verilse türlü bahanelerle o i...