02 Ağustos 2020

Başarının Sırrı


İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı.

Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. 'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam. İş adamının yakınmalarını dinledikten sonra da, 'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini çıkardı. İş adamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: 'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu.

İş adamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. 'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller'e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti.

Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı.

İş adamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı.

Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti.

Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı.

Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok.




Eski bir Hint Hikâyesi




Hindu cennetinde kalpataru denen bir ağaç vardır. "Dilek ağacı" demektir. Tesadüfen bir gezginin yolu oraya düşer. Adam yorgundur, ağacın altına oturur. Ve aç olduğu için, "Burada biri olsaydı, yiyecek isterdim. Fakat kimse görünmüyor" diye düşünür.
Yiyecek fikri zihninde göründüğü anda, yiyecek aniden belirir. Adam çok aç olduğu için bu konuyu düşünmez bile; hemen yer. Sonra uykusunun geldiğini hisseder ve "Keşke şurada bir yatak olsaydı..." diye düşünür ve yatak belirir.
Fakat yatakta yatarken adamın içinde bir düşünce yükselir: "Neler oluyor?
Burada kimseyi görmüyorum. Yiyecek geldi, yatak geldi belki hayaletler bana bir şeyler yapıyor!" Birden hayaletler belirir.
O zaman korkar ve "Şimdi beni öldürecekler!" diye düşünür.
Ve hayaletler onu öldürür.
Hayatta kural aynıdır: Hayaletleri düşünürsen, ortaya çıkacakları kesindir. Düşündüğün şeyi göreceksin: Düşmanları düşünürsen onları yaratacaksın, dostları düşünürsen onlar belirecek. Seversen, dört bir yanında sevgi belirir; nefret edersen, nefret belirir. Düşünmeye devam ettiğin her şey belli bir kural tarafından yerine getirilecektir. Hiçbir şey düşünmezsen, o zaman sana hiçbir şey olmaz." ( 🙂 )
OSHO - Çamların Kadim Müziği / Zen'de Zihin Birden Durur

Az ve Öz


Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylaz, üstelik gevezelermiş.
Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok "Evladım az ve öz konuşun" demişler ki, sonunda adları Az ve Öz kalmış.
Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi - kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan'dan, Eski Roma'dan, Eski Türk'ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos'u bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos ustayla.)
Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmış, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az'ın ve Öz'ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş.
Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar.
Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az'a "Ben uyurken ne oldu?" diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz "Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?" demiş. Az, "Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu" demiş. Öz heyecanla "Nasıl bir kuştu?" demiş. Az "Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü" demiş. Öz "Gagası nasıldı?" diye devam etmiş. Az, "Ne bileyim dikkat etmedim" demiş.
Öz bu duruma çok üzülmüş. "Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik" demiş. Az "Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?" demiş.
Öz "Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır" demiş ve devam etmiş:
"Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma'nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü'dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir.
Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma'nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir."
Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz'e "Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?" Öz, "Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür." demiş.
Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.
Prof.Dr. Üstün Gökmen

01 Ağustos 2020

Acı Yoksa Tekamül de Yoktur...




Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayabilir. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek zorundadır. Kartalın yaşı 40′a vardığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz hale gelir. Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır:
- Ya ölümü seçecektir,
- Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.
Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürer.
Kartal yeniden doğmaya karar verirse, bir dağın tepesine uçar ve orada bir kayanın duvarında, artık uçmasına gerek olmayan bir yer bulur ve yerleşir.
Burada kartal öncelikle gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. Taaa ki en sonunda gagası yerinden sökülüp düşene kadar. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler.
Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile, bu kez pençelerini yerinden söker çıkarır.
Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20-30 yıldan daha fazla yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız.
Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ve anılarımızdan kurtulmak zorundayız.
Ancak geçmişin gereksiz safrasından kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin yeniden doğuşumuzun getireceği olağanüstü sonuçlarından tam olarak yararlanabiliriz.
National Geographic - Kartallar ve İnsanlar

19 Temmuz 2020

SWOT Analizi


Bir gün Ahmet efendi, Nasreddin hocayı eşeğin önünde oturmuş kağıda birşeyler karalarken bulmuş.
- Ne yapıyorsun Nasreddin hoca?, diye seslenmiş.
Hoca da:
- Eşeğime swot analizi yapıyorum Ahmet efendi, demiş.
Ahmet efendi, swot analizi nedir diye sorunca hoca anlatmış:
- Eşeğimin güçlü, zayıf yönlerini ve kendisi için olan fırsatlarla tehlikeleri bu şekilde yazıyorum. Beriki:
- Peki sonra ne olacak, diye sorunca, o da:
- Böylece iyi bir plan yapıp eşeğimi maksimum verimle çalıştırabileceğim, demiş. Bunun üzerine Ahmet efendi:
- Bütün eşekler aynı değil mi, analize ne gerek var? Diye sormuş. Nasreddin hoca:
- Öyle deme Ahmet efendi, demiş. Mesela benimkini atlarla otlatınca daha bir şevkle çalışıyor. Kendini at sanması onun güçlü tarafı. öğleden sonra bir de ineklerle otlatacağım. Belki sütünü bile içerim deyince, Ahmet efendi:
- Bekle hoca, demiş, benim eşeği kapıp geliyorum. Hoca bunu duyunca hemen atılmış:
- Aman Ahmet efendi, eşekleri bir araya getirmeyelim, eşek olduklarını anlıyorlar!😜

Keyifli akşamlar herkese 🤗 🙋‍♀️ 🌺 ☕

16 Temmuz 2020

Haşlanan Kurbağa Sendromu

Haşlanan kurbağa sendromu, toplum bilimi açısından en mükemmel tasvirlerden biridir. Bu enfes tasvir, toplumsal bir metafor olarak da kullanılmaktadır.

Konunun reel kaynağı olan kurbağa üzerinden ilk çıkarım yapılır. Bir kurbağayı, fokur fokur kaynayan bir suyun içine atarsanız, kurbağa kendini dışarı fırlatır. Çünkü doğal olarak korkunç şekilde canı yanacaktı ama aynı kurbağayı soğuk suya koyalım.. ve suyu yavaş yavaş ısıtmaya başlayalım... Su giderek ısınacak ama kurbağa buna duyarsız kalacaktır. Çünkü, sessiz ve yavaş yavaş yapılan değişimlere tepki vermeyecek şekilde programlanmıştır. Yani alıştıra alıştıra derisinin yüzülecek olması, rahatsız edici bir durum değildir.

Hatta giderek kaynayan suda halinden memnundur... Ancak sonunda onu bekleyen şey, bir tabakta tüketilmek üzere cansız bir et yığını olarak kalacak olmasıdır.

O hep 50 papellik solucan yediği için ona dünya yansa fark etmez. Değişimi algılayamayan kurbağalar, rehavete kapılıp gevşer ve  haşlanarak canlarını vermiş olur.

***

Modern toplumların modern insanlarının da kurbağaya dönüştüğünü anlayınca, onları parmakta oynatmak ne de kolay olur...

Halbuki suyun ısısının geldiği dereceyi anladığımızda atı alan Üsküdar’ı geçmiştir..

Toplumsal ve bireysel yaşamını etkileyen bazı şeyler yavaşça değişir, çoğu kimse de bunu fark etmez. Fark etmek de istemez. Farkındalık, sorumluluk getirir çünkü.

Buna ne gerek vardır? Ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey..Sonra kıyamet kopsa da olur. Ama şimdi ağzımızın tadı bozulmasın.

Buna anlık hazzın gelecek ızdırabı üzerindeki bileşik faizi değil de ne denebilir?

***

Bu arada, bilim insanları gerçek bir kurbağa deneyi hakkında farklı görüşlere sahipler. 19. Yüzyılın 1869’unda, Alman fizyolog Friedrich Goltz’un kurbağanın yavaşça ısıtılmış suda kalacağını gösterdi. Heinzmann tarafından yapılan 1872 denemesi de benzer sonucu verdi.

Ancak modern bilimsel kaynaklar iddia edilen fenomenin gerçek olmadığını bildirmektedir. 1995 yılında Harvard Üniversitesi’nden bir biyolog  Douglas Melton,  bir kurbağayı kaynar suya koyunca dışarı atlamayacağını çünkü öleceğini; soğuk suya koyunca su ısınmadan atlayacağını belirtmektedir.

Gerçek kurbağa üzerinde yapılan canlı bilimsel deneyler arasındaki tartışmaları bilemeyiz ama haşlanan kurbağa sendromunun toplum bilimi açısından tartışma götürmeyecek kadar gerçek olduğu, geçmişten günümüze çeşitli deneyimlerle açık şekilde ortadadır.

Kısaca izleyebiliriz de:

https://youtu.be/Rz5ZgcYheOw

Gerçekleri Her Zaman Söylemeli miyiz?


Biri papaz, biri hakim, biri de fizikçi olan üç kişi giyotinle idama mahkum olur.
İdam sehpasına ilk papaz çıkarılır.
– Son sözün nedir?
Der ki:
– Ben Allah’a inanıyorum, O beni kurtaracaktır. 
Allah... Allah...diye bağırır
Giyotini indirdiklerinde boynuna birkaç santim kala giyotin durur. Halk şaşırır ve hep bir ağızdan bağırır:
– Onu serbest bırakın; Allah sözünü söylemiş ve onu korumuştur. 
Böylece papaz idam edilmekten kurtulur... 
Sıra hakime gelir, ona da sorarlar:
– Demek istediğin en son söz nedir?
– Ben papaz gibi Allah’a inanmıyorum. Ama adalete güveniyorum. 
Adalet... Adalet... Adalet... diye bağırır
Giyotini indirirler, giyotin hakimin de boynuna birkaç santim kala durur...
Bunun üzerine insanlar tekrar şaşırır ve bağırırlar:
– Adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın.
Böylece hakim de boynunun kesilmesinden kurtulur...
Sıra fizikçiye gelir. Ona da 
– Son sözünü söyle derler
– Ben ne Allah’a inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hakim.. 
Bildiğim tek şey şudur: 
Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor.
 Görevliler giyotini kontrol edince gerçekten de bir düğüm olduğunu görürler. Düğümü açıp tekrar bırakırlar, böylece fizikçinin başı bedeninden kopar...
Toplumdaki "düğümler" ve sorunlara işaret edip gerçekleri söylemenin acı sonuçları olabilir..!

İpe Un Sermek

  Vakti zamanında Anadolu’nun bir köyünde tembelliğiyle nam salmış bir adam yaşarmış. Bu adam, ne zaman bir iş verilse türlü bahanelerle o i...