15 Eylül 2012

Denizyıldızı ve Örümcek




    Derslerimde anlattığım bilgi hakimiyeti teorisinin bir yönünü daha akademik ve ayrıntılı olarak incelemek isteyenlere aşağıdaki yazı ve bağlantıyı takip etmelerini öneririm.
Faydalı olması dileğiyle...

http://www.gennaration.com.tr/yazarlar/denizyildizi-ve-orumcek/

18 Aralık 2010

Piliç Olayı


Olay: Bir piliç, bir yolda karşıdan karşıya geçer.

Soru: Piliç neden karşıdan karşıya geçti?

Ve cevaplar:


Eflatun: İyiliği için geçti; çünkü gerçek öteki taraftadır.

Aristo: Karşıdan karşıya geçmek pilicin doğasıdır.

Marx: Geçmesi tarihsel olarak kaçınılmazdı.

Freud: Pilicin karşıya geçmesiyle ilgilenmeniz, sizdeki güçlü bir güvensizlik duygusunu ele vermektedir.

 Einstein: Pilicin yolun karşısına geçmesi, ya da yolun pilicin ayakları altında yer değiştirmesi, sizin bakış açınıza bağlıdır ve tamamen izafidir.

Ve Türk erkeği: Piliç sarışın mı, esmer mi?

25 Kasım 2010

Nişan Alan Eşek

    Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, memlekette bir padişah varmış. Tanrı göstermesin, anlatılmaz bir kıtlık baş göstermiş. Bir zamanlar yediği önünde, yemediği ardında, bir eli yağda bir eli balda olan insanlar, bir dilim kuru ekmeğin yoksunu olmuşlar.

    Padişah bakmış ki kıtlık halkı kırıp geçirecek, bunu önleyici bir çıkar yol aramış. Sonunda, memleketin dört bir yanına, sokak sokak, köşe bucak çığırtkanlar salmış. Çığırtkanlar Padişah fermanını şöyle bağırırlarmış:

    - Ey ahali!.. Duyduk duymadık demeyin!... Her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlığı olmuşsa, koşup saraya gelsin! Padişahımız efendimiz onlara nişanlar verecek!..

  İnsanlar, açlığı, yokluğu, derdi, borcu, harcı unutup, Padişahtan nişan almak sevdasına düşmüşler.

  Padişahta yapılan hizmetin büyüklüğüne göre çeşit çeşit nişanlar varmış. Birinci dereceden altın yaldızlı nişan, ikinci dereceden altın suyuna batmış nişan, üçüncü dereceden gümüş kaplama nişan, dördüncü dereceden demir nişan, beşinci dereceden kalaylı nişan, altıncı dereceden çinko nişan, yedinci dereceden teneke nişan...

  Gelen giden nişan alıyormuş. Artık öyle olmuş, öyle olmuş ki, nişan yapmaktan Padişahın memleketinde hurda demir, çinko, teneke kalmamış. Fincancı katırının boynundaki çangur çungur sallanan cam boncuklar nasılsa, körük gibi şişirilen göğüsler üzerinde de nişanlar, işte öyle sallanmaya başlamış.

   İnsanların göğüslerinde şangur şungur nişanların sallandığı, Padişahın kim gelirse nişan dağıttığını duyan bir inek de,
   -  "Nişan asıl benim hakkım!" diyerek bir nişan almayı aklına koymuş.

   Açlıktan bir deri bir kemik, böğrü böğrüne çökmüş, kaburgası omurgasına geçmiş inek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş. Kapıcıbaşıya,
    - Padişaha haber verin! demiş. Bir inek kendisini görmek istiyor. Başlarından savmak istemişlerse de,
    - Padişahı görmeden, bu kapıdan bir adım atmam!... diye böğürmeye başlayınca, Padişaha,
    - Efendimiz, kullarınızdan bir inek huzurunuza çıkmak istiyor... demişler.

 Padişah,
    - Gelsin bakalım, bu da nasıl bir inekmiş... diye ineği huzuruna çağırıp,
    - Böğür bakalım, ne böğüreceksin?... diye sormuş,

 İnek de,
    - Sultanım, demiş, duyduğuma göre nişanlar dağıtıyormuşsun. Ben de nişan almak istiyorum.
    Padişah,
    - Hangi hakla? diye bağırmış. Sen ne yaptın. Memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu ki sana nişan verelim?...

    O zaman inek,
    - Efendimiz! diye söze başlamış. bana nişan verilmesin de kimlere verilsin? Ben daha insanlara ne yapayım? Etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz. Gübremi bile bırakmaz kullanırsınız. Teneke bir nişan için, daha ne yapayım?

    Padişah, ineğin isteğini haklı bulmuş. İneğe ikinci dereceden bir nişan verilmiş. Boynunda nişanı, inek sevinçten oynaya oynaya saraydan dönerken katırla karşılaşmış.
    - Selam inek kardeş!
    - Selam katır kardeş!
    - Nedir bu sevincin? Nereden gelirsin böyle? İnek her şeyi bir bir anlatmış. Padişahtan nişan aldığını da söyleyince katır da coşmuş.

   O coşkunlukla doğru dörtnala saraya varmış.
    - Padişahımız efendimizi göreceğim!.. demiş.
    - Olmaz!.. demişler.

    Ama, babadan kalma inatçılığı ile katır art ayaklarıyla saray kapısında direnince, Padişaha durumu iletmişler. Padişah,
    - Gelsin bakalım, katır kulum da... demiş.

Katır huzura varınca, bir katır selamı verip, el etek öptükten sonra, nişan istediğini söylemiş Padişah sormuş:
    - Sen ne yaptın ki nişan istiyorsun?

    - A hünkarım, daha ne yapayım? Savaşta topunuzu, tüfeğinizi sırtımda taşıyan ben değil miyim? Barışta çoluğunuzu çocuğunuzu arkamda götüren ben değil miyim? Ben olmazsam, işiniz temelli bitiktir.

    Katırı da haklı bulan Padişah,
    - Katır kuluma da birinci dereceden bir nişan verilsin!... diye ferman eylemiş.

    Katırda bir sevinç bir sevinç, dörtnala saraydan dönerken eşekle karşılaşmış. Eşek,
    - Selam yeğenim!... demiş. Katır,
    - Selam amcabey!.. demiş.
    - Nereden gelip, nereye gidersin? Katır başından geçenleri anlatınca,
    - Dur öyle ise, padişahımıza gider, bir nişan da ben alırım!.. diye dörtnala saraya koşmuş.

 Saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, eşeği bir türlü atlatamayınca Padişaha varıp,
    - Eşek kulunuz gelmiş, huzura çıkmak ister! demişler. Eşeği kabul buyuran Padişah,

    - Ne dilersin ey eşek kulum?.. deyince,

Eşek de dilediğini bildirmiş. Padişah, canı burnuna gelip kükremiş:

    - İnek eti ile, derisi ile, gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti. Katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti. A eşek, ya sen ne iş gördün ki, bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin?.. Utanmadan bir de karşıma gelmişsin. Söyle, ne halt ettin?

    O zaman eşek keyfinden sırıtarak,
    - Aman Padişahım efendim, demiş, size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. Eğer benim gibi binlerce eşek kulların olmasaydı, hiçbir taht üzerinde oturabilir miydin? Saltanat sürebilir miydin? Dua et biz eşek kullarına ki, bizim gibi eşekler var da, sen de böyle saltanat sürüyorsun.

    Padişah, karşısındaki eşeğin, öyle her eşek gibi teneke nişanla gözü doymayacağını anlamış,

    - Ey eşek kulum, haklısın senin sayende ben bu makamdayım demiş. Senin bu çok yüksek hizmetini karşılayabilecek bir nişanım yok. Sana ölünceye kadar beylik ahırından her gün makarna, bulgur, üzüm hoşafı ve kış aylarında da kömür bağladım..
Ye, yee saltanatım için durmadan anır!..

                                                                                (Aziz NESİN)

Modernleşme Hedefinin Ana Aracı Sivilleşme

    

    Toplumların gönenci ve demokrasinin hayata geçirilebilmesi, bireylerin bilinçlenmesi ve örgütlenmesi ile mümkündür. İndirgemeci bir bakış açısı ile sivilleşme* kavramı ile toparlayabileceğimiz bu olgu, toplumların esas modernleşme/gelişme aracı olmalıdır.
    Olumlu bir kısım örnekleri de olsa;
     -  Modernleşmenin esas dinamiği olması gereken burjuva sınıfının, devlete sırtını dayayarak nemalanması/varlığını sürdürebilmesi,
     -  Çalışanlarının haklarını koruyacak sendikaların, öncelikle "ideolojilerden öte saplantılara" hizmet etmesi,
     -  Toplumlara ufkun ötesini sunacak aydın sınıfının, devletin içinde ve güdümünde üniversitelerde vs. yer yer bilimsel yaklaşımı da terk ederek kişisel menfaatlerinin peşine düşmesi tam bir garabet olarak karşımıza çıkmaktadır.
     Teşbihte hata olmaz. Devlet sisteminde; misalen bir çiftliğin yönetiminin, çiftlik sahiplerince,  baş kahya ve ekibine geçici olarak, her an hesap verilebilecek şekilde vekaleten verilmesi durumu demokrasiye en yakın noktadır. Bu durumda; ulaştırma bakanı şoför,... başbakan baş kahya statüsündedir.

(*) Sivilleşme askerin karşıtı değil militarizmin karşıtıdır. Siviller, askerlerden daha da fazla militarist olabilirler.

İlmi Diyanet mi İlmi Siyaset mi?

            

           Eski günlerin birinde, çok meşhur bir hoca varmış. Bilgisiyle, tecrübesiyle, yetiştirdiği kişiler ile ülkede bilmeyeni yokmuş. Yükselmek, büyük adam olmak isteyen herkes mutlaka bu meşhur hocaya gelip ondan ders alırmış. O’nun ilminden yararlanırmış.
            Devlet adamı olup büyük mevkilere gelmek isteyen bir genç köy delikanlısı bu hocanın ismini duymuş. O’nun ilminden faydalanmak ve ders alabilmek için köyünü terk etmiş. Düşmüş yollara. Aylar sonra hocaya ulaşmış.
            ‘Hocam ne olur beni kabul edin. Beni yetiştirin’ demiş. Hoca ‘İlmi diyanet mi, yoksa ilmi siyaset mi öğrenmek istersin?’ diye sormuş. Köylü, ‘Hocam, ilmi diyanet bana yeter. Ben köyüme dönmek istiyorum.’ demiş.
            Genç köyüne dönmüş. Akrabaları kendisini büyük bir ilgiyle karşılamış. Diyanet konusunda çok derin bilgi sahibi olduğu için, köyün camisine gidip hocanın vaazlarını dinlemek istemiş. Camiye gitmiş. Hocayı dinlemiş. Duyduklarına inanamamış. Hocanın söylediklerinden hiç memnun olmamış. Tam tersine, hocanın söylediği yanlış, uydurma şeyler nedeniyle sinirlenmiş. Bir ara kendini tutamayıp cemaatin içinden yüksek sesle bağırmaya başlamış.
            ‘Söylediklerinin hepsi yanlış. Uydurma. Ne biçim hocasın. İnsanları kandırıyorsun.’ İşte bu sözler üzerine camide bir sessizlik olmuş. Herkes dönüp bu cümlenin geldiği yere bakmış. Hoca da gence dönüp kaşlarını çatmış. İtibari zedelenmesin diye bu sesi susturmak için hoca cemaate dönüp bağırmış.
            ‘Ey cemaat, işte size bahsettiğim münafıklardan bir tanesi de burada, aramızda. Allah’a inanmayan, camiye hakaret eden, hocaya baş kaldıran cehennemlik bir kafir içimizde oturuyor. Tutun onu. Gereken dersi verin. Atın dışarı’ demiş…
            Cemaat genci yakalamış. Tekme tokat ve küfürlerle caminin dışına atmışlar. Her yeri yara bere içinde kalan genç inleye inleye evine dönmüş.
            Aradan birkaç hafta geçtikten sonra genç köylü, meşhur hocaya geri gidip ‘ilmi siyaset’ öğrenmek gerektiğine inanmış. Yeniden yollara düşmüş. Meşhur hocaya ulaşmış. ‘Hocam ben geri geldim. Şimdi bana ilmi siyaset öğretmenizi istiyorum’ demiş.
            Aylar geçmiş. Gencin ilmi siyaset eğitimi tamamlanmış. Genç, hocasının elini öpüp köyüne geri dönmüş. Hemen eskiden dayak yediği camiye gitmiş. Aynı hoca duruyormuş. Eski tas, eski hamam. Aynı hoca yine saçma sapan şeyler söylemiş. Cemaati yanıltan, kandıran ifadeler kullanmaya devam ediyormuş.
            İlmi diyanet’ten sonra ilmi siyaset eğitimini de almış genç köylü, cemaat içinde ayağa kalkmış. Hoca kaşlarını çatıp yine gence bakmış. Cemaat kafalarını çevirip ayaktaki gence dönmüş. Sessizlik olmuş. Genç köylü yüksek sesle cemaate seslenmiş: - ‘Ey cemaat. Bu Hoca efendi çok doğru çok söylüyor. Bu Hoca efendi ne mübarek bir hocadır. Ne yüce bir hocadır. Ey cemaat, her kim bu hoca efendinin bir kılını kopara ve ala, o kişi hiç şüphe yoktur ki cennetin kapısını aralaya…’
            İşte bu sözlerden sonra cemaat bir anda ayağa kalkıp, hoca efendinin üzerine çullanmış. Hocadan bir kıl koparmak isteyen onlarca insanın altında kalan hoca, bir daha o köyde hocalık yapamayacak hâle gelmiş. Genç köylü de, ilmi siyasetin ne kadar güçlü bir silah olduğunu anlamış…
Sizce, ilmi siyaset bilinmeden bu dünyada başarılı olmak mümkün müdür?

Aklını Kullanma Cesaretini Göster

   

    "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! Aklını kullanma cesaretini göster! Sözü şimdi aydınlanmanın parolasıdır.

     Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes), tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işleri başkaları benim yerime üstlenecektir."
                                   Immanuel KANT, Was ist Aufklärung (Aydınlanma Nedir), Cilt 9, s.53

Hiç Kimse Görmek İstemeyen Biri Kadar Kör Olamaz!

  Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna inanan, bu nedenle de yemek yemeyen ve hiçbir yaşamsal faaliyete katılmayan bir akıl hast...