16 Temmuz 2020

Haşlanan Kurbağa Sendromu

Haşlanan kurbağa sendromu, toplum bilimi açısından en mükemmel tasvirlerden biridir. Bu enfes tasvir, toplumsal bir metafor olarak da kullanılmaktadır.

Konunun reel kaynağı olan kurbağa üzerinden ilk çıkarım yapılır. Bir kurbağayı, fokur fokur kaynayan bir suyun içine atarsanız, kurbağa kendini dışarı fırlatır. Çünkü doğal olarak korkunç şekilde canı yanacaktı ama aynı kurbağayı soğuk suya koyalım.. ve suyu yavaş yavaş ısıtmaya başlayalım... Su giderek ısınacak ama kurbağa buna duyarsız kalacaktır. Çünkü, sessiz ve yavaş yavaş yapılan değişimlere tepki vermeyecek şekilde programlanmıştır. Yani alıştıra alıştıra derisinin yüzülecek olması, rahatsız edici bir durum değildir.

Hatta giderek kaynayan suda halinden memnundur... Ancak sonunda onu bekleyen şey, bir tabakta tüketilmek üzere cansız bir et yığını olarak kalacak olmasıdır.

O hep 50 papellik solucan yediği için ona dünya yansa fark etmez. Değişimi algılayamayan kurbağalar, rehavete kapılıp gevşer ve  haşlanarak canlarını vermiş olur.

***

Modern toplumların modern insanlarının da kurbağaya dönüştüğünü anlayınca, onları parmakta oynatmak ne de kolay olur...

Halbuki suyun ısısının geldiği dereceyi anladığımızda atı alan Üsküdar’ı geçmiştir..

Toplumsal ve bireysel yaşamını etkileyen bazı şeyler yavaşça değişir, çoğu kimse de bunu fark etmez. Fark etmek de istemez. Farkındalık, sorumluluk getirir çünkü.

Buna ne gerek vardır? Ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey..Sonra kıyamet kopsa da olur. Ama şimdi ağzımızın tadı bozulmasın.

Buna anlık hazzın gelecek ızdırabı üzerindeki bileşik faizi değil de ne denebilir?

***

Bu arada, bilim insanları gerçek bir kurbağa deneyi hakkında farklı görüşlere sahipler. 19. Yüzyılın 1869’unda, Alman fizyolog Friedrich Goltz’un kurbağanın yavaşça ısıtılmış suda kalacağını gösterdi. Heinzmann tarafından yapılan 1872 denemesi de benzer sonucu verdi.

Ancak modern bilimsel kaynaklar iddia edilen fenomenin gerçek olmadığını bildirmektedir. 1995 yılında Harvard Üniversitesi’nden bir biyolog  Douglas Melton,  bir kurbağayı kaynar suya koyunca dışarı atlamayacağını çünkü öleceğini; soğuk suya koyunca su ısınmadan atlayacağını belirtmektedir.

Gerçek kurbağa üzerinde yapılan canlı bilimsel deneyler arasındaki tartışmaları bilemeyiz ama haşlanan kurbağa sendromunun toplum bilimi açısından tartışma götürmeyecek kadar gerçek olduğu, geçmişten günümüze çeşitli deneyimlerle açık şekilde ortadadır.

Kısaca izleyebiliriz de:

https://youtu.be/Rz5ZgcYheOw

Gerçekleri Her Zaman Söylemeli miyiz?


Biri papaz, biri hakim, biri de fizikçi olan üç kişi giyotinle idama mahkum olur.
İdam sehpasına ilk papaz çıkarılır.
– Son sözün nedir?
Der ki:
– Ben Allah’a inanıyorum, O beni kurtaracaktır. 
Allah... Allah...diye bağırır
Giyotini indirdiklerinde boynuna birkaç santim kala giyotin durur. Halk şaşırır ve hep bir ağızdan bağırır:
– Onu serbest bırakın; Allah sözünü söylemiş ve onu korumuştur. 
Böylece papaz idam edilmekten kurtulur... 
Sıra hakime gelir, ona da sorarlar:
– Demek istediğin en son söz nedir?
– Ben papaz gibi Allah’a inanmıyorum. Ama adalete güveniyorum. 
Adalet... Adalet... Adalet... diye bağırır
Giyotini indirirler, giyotin hakimin de boynuna birkaç santim kala durur...
Bunun üzerine insanlar tekrar şaşırır ve bağırırlar:
– Adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın.
Böylece hakim de boynunun kesilmesinden kurtulur...
Sıra fizikçiye gelir. Ona da 
– Son sözünü söyle derler
– Ben ne Allah’a inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hakim.. 
Bildiğim tek şey şudur: 
Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor.
 Görevliler giyotini kontrol edince gerçekten de bir düğüm olduğunu görürler. Düğümü açıp tekrar bırakırlar, böylece fizikçinin başı bedeninden kopar...
Toplumdaki "düğümler" ve sorunlara işaret edip gerçekleri söylemenin acı sonuçları olabilir..!

11 Temmuz 2020

Garcia'ya Mektup

1904 Rus-Japon harbinden önceydi. Amerikan gazetelerinin birinde ‘Garcia’ya Götürülecek Mektup’ başlıklı bir yazı çıktı. Yazan tanınmamış bir muhabirdi. Fakat bu kısa yazının anlattığı gerçekler, yüzlerce kitapla anlatılanlardan daha derin, daha özlü idi.
Yazı tesadüfen Çarlık Rusya’nın Demiryolları Nazırı’nın eline geçti. Nazır, bütün memurlarının bu yazının kopyasını yanlarında taşımasını sağladı. O sırada Rus-Japon savaşı başladı. Japonlar esir ettikleri Rus Demiryolları mensuplarının hepsini üzerinde bu yazıyı görerek meraka düştüler. Japon Maarif Nezareti bu yazıyı inceledikten sonra birer nüshasının bütün Japon yurttaşlarının okuyup yanlarında taşımalarım emretti.

Bu yazı, şimdi Birleşik Amerika’da bütün kara ve deniz kuvvetleri mensuplarına ve izcilere verilmektedir. Bu bir gelenek olmuştur.

Amerika Kurtuluş Savaşı’nın bir safhasında İspanya Sömürge Ordusu’nu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia’nın ordusuna talimat göndermek icabetti. Cumhurbaşkanı Mc Kinley, General Garcia’ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık karargahında Garcia hakkında bilgi yoktu, neredeydi, nasıl gidilirdi, hepsi meçhuldü. Mektubu götürmeye Teğmen Rowan görevlendirildi. Teğmen Rowan mektubu aldı, torbasına koydu, gitti, döndü, tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı.

Teğmen Rowan mektubu alınca:
* Bu Garcia da kimdir?
* Nerede bulunuyor?
* Oraya nasıl gidilir?
* Atla mı, trenle mi?
* Harcırahımı kim verecek?
* Arkadaşım Thomas ata daha iyi biner, onu gönderirseniz olmaz mıydı?
* Eşim biraz rahatsız, hem bu hafta izin sırasındaydım’ demedi.

Burada anlatılmak istenen, Teğmen Rowan’ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia’yı bulmasının hikayesi değildir.

Burada anlatılmak istenen konu, bu adamın kişiliğinin her okula örnek insan modeli olarak tanıtılmasının gerekliliğidir. Dünyanın her yerinde. Her gün, milyonlarca yöneticinin Garcia’ya gönderecek mektubu vardır.

Öte yandan, gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teoriler değildir. Kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleri ile sonuçlandırma idrakine ve eğitimine de sahip olmalarıdır. Bugün en çok muhtaç olduğumuz budur.

Hizmette fertlerin ilgisizliği ve bilgisizliği, toplumları ve örgütleri felç eder. Hizmetin çarkı dönerken, çarkın her dişlisinin her defasında yeni baştan bilenmesi için zaman yoktur. Yeniden eğitim yapmak gerekir. Öte yandan hizmet devamlı akmaktadır ve sürekli işlerlik içinde olmak zorundadır. Çarkın bir dişi kendi işini hiçbir nedenle durdurmaya yetkili değildir. Bu takdirde hizmet durur.

Bir defasında her yönetici gibi öylesine meşgul iken odama giren bir memur bana: "Efendim, siz birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan birini bir derece terfi ettirdiniz... Yaş ve kıdem bakımından aramızda hiç bir fark yok, öğrenimimiz de aynı. O benden daha yakışıklı da değil. Böyle olduğu halde beni hala terfi ettirmiyorsunuz?" dedi.

Ben ise dalgınlık halinde mırıldandım. "Sokakta gürültü var. Duyuyor musunuz? Nedir acaba?"
"- Gidip sorayım efendim" diye memur can sıkıntısı ile cevap verdi.
Biraz sonra döndü: "- Bir arabaymış efendim..."
"- Yükü neymiş?" diye sordum. "- Gidip bakayım efendim..."
Biraz sonra döndü: "- Arabanın yükü bir sürü çuval efendim."
"- Çuvallarda ne varmış?" "- Gidip bakayım efendim."
Biraz sonra döndü. "- Çuvallarda çimento varmış efendim..."
"- Nereye gidiyormuş bu araba?" "- Gidip bakayım efendim."
Biraz sonra dönüp cevap verdi: "- X ve Y inşaat sirkelinin merkez şantiyesine gidiyormuş efendim..."
"- Çok güzel" dedim, "Şimdi bana terfi eden arkadaşınızı çağırır mısınız lütfen? Hani haksız yere terfi eden arkadaşınızı."

Terfi eden geldi.
Ben mırıldandım: "- Sokakta birtakım gürültüler oluyor nedir acaba?" "-Gidip bakayım efendim."

Döndüğü zaman şöyle cevap verdi:
"- Kırk çuval Portland Çimentosu yüklü araba. Çimentoların menşei New Orleans. X ve Y inşaat sirkelinin merkez şantiyesine gidiyormuş. Uluslararası ulaşıma ait bir kamyon çuvallarını istasyondan almış. Çuvallardan biri yarı yolda patladığı için şimdi bunun yerini değiştirmeye çalışıyorlar."

Klemanso"nun meşhur sözü ne kadar güzel: "Bakanlık geç gelenlerle erken gidenlerin karşılaştığı yerdir." demiş. Bakanlığı süresince de garip vakalara şahit olmuş ki, birçok vecize değerinde de sözler söylemiş.

1906 yılında bir gün aklına esmiş, emrindeki memurların durumunu şöyle bir yakından görmek istemiş. Odalardan birine girmiş, kimse yok. ikincisine girmiş, bomboş. Üçüncü odada bir memur varmış, o da uyuyormuş. Yanında bulunan daire müdürüne dönmüş:
"- Sakın uyandırmayın, yoksa o da çekip gider." İşte böyle, uzun söze ve uzun izaha benim de sizin de vaktiniz yoktur.
İnsanlığın Garcia"ya mektup götürecek teğmenlere ihtiyacı çoktur.

NotkNot: Hikaye, "Ellberd HUBBART"a ait olup yorum bölümlerinin yazarı bilinmemektedir.

07 Temmuz 2020

Şekere Boy Abdesti Aldırmak



Eskiden İran'da çaya tatlandırıcı olarak hurma ve üzüm katılıyordu.
İngilizler İran'a şeker satmaya kalktıklarında bunu başaramadılar.
Sonra İranlı Mollalarla irtibat kurdular.
İngilizler Mollaların vereceği fetva karşılığında kazancın % 10'nu teklif ettiler..
Nitekim bir cuma namazında ( İran'da cuma namazları o bölgenin en büyük camisinde ve çok kalabalık olarak kılınıyor ) cuma hutbesinde mollalar şu vaazı verdi:
"Siz Allah'ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız!
Bundan böyle çaya şeker katacaksınız!"
Bu vaazdan sonra İranlılar çaya şeker katmaya başladılar. İşler yoluna girince İngilizler, mollalara verdiği % 10 payı satışların iyi gitmediği gerekçesiyle vermemeye başladılar.
Bunun üzerine mollalar ikinci bir fetva verdi cuma
hutbesinde: "Gâvur icadı şekeri çaya katmak caiz değildir "!...
Bu fetva üzerine İranlılar evlerindeki şekerleri sokaklara döktüler.
İngiliz firmaları mecburen, mollalarla yeniden masaya oturdu.
Fakat mollalar bu sefer % 20 pay istedi.
Eee dinsizin hakkından imanlı (!)
gelir(miş). İngilizler çaresiz kabul ettiler.
Mollalar cuma hutbesinde bu sefer:
"Biz size 'çaya şeker katmayın' dedik ama 'sokaklara dökün de' demedik, şekeri sokağa dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracak ve böylece gâvur icadı şekere boy abdesti aldırarak içeceksiniz!" diye fetva verdiler.
Tabii ki bu fetva İran halkı tarafından yaşama geçirildi.
Dinin cahil insanları aldatmak, yönlendirmek, onları sömürmek
açısından ne kadar etkili olduğunu gösteren bir örnektir bu yaşanmışlık.

Zengin Olunca Ne Yapmak İstersiniz


Amerikalı zengin işadamı, bir iş seyahati sırasında küçük bir Meksika kıyı kasabasına uğrar. Limanda gezerken, ağzına kadar balık dolu küçük bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker. Merakla yanına yaklaşır ve sorar; "Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını aldı?"

Tümünü bir iki saatte yakaladığını söyler Meksikalı balıkçı. İşadamı bu kez, niçin daha uzun süre kalıp daha fazla balık yakalamadığını sorar. Balıkçı, ailesinin geçimi için bu kadarının yettiğini söyler.

Amerikalı işadamı merakla balıkçıya kalan zamanını nasıl geçirdiğini sorar. Balıkçı anlatır: "Geç vakit yatarım, sabah birazcık balık yakalarım. Sonra çocuklarımla oynarım, öğlende de karım Maria ile biraz siesta yaparım. Akşamları, amigolarla beraber gitar çalıp şarap içeriz, eğleniriz. Dolu ve meşgul bir   yaşantım var senyör."

Amerikalı gerinerek, "Benim Harvard'dan MBA'im var ve sana yardım edebilirim. Balık tutmak için daha çok zaman ayırmalı ve daha büyük bir tekne ile çalışmalısın. Bu tekneden elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa sürede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylelikle, yakaladığın balığı aracılara değil doğrudan doğruya işleme tesislerine satarsın. Hatta kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Balıkçılık sektöründe bir numara olursun." 

Ve Amerikalı devam eder, "Tabii bunları yapman için öncelikle bu küçük balıkçı kasabasını terk edip Mexico City'e, daha sonra Los Angeles'e ve en sonunda holdingini genişletebileceğin New York'a yerleşirsin." Balıkçı düşünceli vaziyette sorar, "Peki senyör, bu anlattıklarınız ne kadar   zaman alır?" Amerikalı yanıtlar, "15-20 yıl kadar."

"Peki, bundan sonra senyör?" diye sorar balıkçı. Amerikalı güler, "Şimdi anlatacağım en iyi tarafı! Zamanı geldiğinde, şirketini halka açarsın ve şirketinin hisselerini iyi paraya satarsın, kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın!"

"Milyonlar" der Meksikalı; "Eee... sonra senyör ?" Amerikalı, "Ondan sonra emekli olursun. Geç vakitlerde yatabileceğin küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin, istersen zevk için biraz balık tutarsın, çocuklarınla oynayacak,  karınla öğle uykusu yapacak zamanın olur, akşamları da arkadaşlarınla şarap içip, gitar çalarsın. Nasıl, mükemmel değil mi?"

06 Temmuz 2020

Mükemmel Mesafe


Schopenhauer’a göre, çok soğuk bir kış gününde bir araya gelen yalnız kirpiler ciddi bir ikilem ile karşı karşıya kalacaklardır: ya birbirilerinden uzak durarak tek başlarına soğuktan ölecek ya da birbirilerini ısıtmaya çalışırken birbirilerine dikenlerini batırarak canlarını acıtacaklardır.
Kirpiler önce donmamak için birbirlerine bir hayli yaklaşırlar, yaklaştıkları anda dikenlerinin farkına varır ve ayrılırlar. Pek çok bir araya gelme ve dağılma döngüsünden sonra nihayet kirpiler birbirlerine ne fazla uzak ne de fazla yakın olmanın hem soğuğa hem de karşındaki kirpinin dikenlerine karşı korunmada en iyi yol olacağını keşfederler. Ama bu “mükemmel” mesafenin hem öğrenilmesi hem de muhafaza edilmesi zordur.

İkili ilişkilerin bütün problemi bu. “Mükemmel mesafe” eksikliği. İnsan insanın kara sularına girdikten sonra daha fazlasını ister. Daha çoğunu. Daha fazlasını. Ama insanın da dikeni vardır. Yaklaştıkça batar. Girdikçe boğar. Uzaklaşmak zaten dondurucu.

İlişkilerin huzursuzluğu burda tezahür eder. Uzaklaştıkça donma, yaklaştıkça can yakma acıtma.

Bu Devirde Okumak da Başa Belâ



İkisi de aç olan bir Aslan’la bir Tilki birlikte ava çıkmış.
Çayırlıkta sakin sakin otlayan bir eşek görmüşler. Tam dişlerine göre!
Aslan baş tarafına geçmiş, tilki arka tarafına… Bunun üzerine otlamaya biraz ara veren eşek:
- Anladım beyler, demiş, beni yiyeceksiniz. Ama beni yerseniz Padişah’la başınız derde girer.
- Niyeymiş o? diye sormuş Aslan.
- Ben “Padişah’tan Fermanlı Eşek”im de ondan.
- Hadi canım, demiş Aslan. Hani ferman’ın nerede?
- Arka sağ ayağımın altındaki nal da kazılı vaziyette, demiş eşek.
Aslan uzaktan Tilki’ye işaret ederek:
- Okuyuver lan şunu, demiş, bakalım doğru muymuş?
Tilki uyanık:
- Valla benim okumam yazmam yok! demiş.
- İyi lan, iyi! demiş Aslan öfkeyle, çekil kenara, ben kendim okurum…
Tabii Aslan, eşeğin arka ayağındaki fermanı okumaya çalışırken, eşek öyle bir tekme patlatmış ki Aslan 10 metre ileriye fırlamış ve  kemikleri kırılmış.
Bunun üzerine, eşekle tek başına baş edemeyeceğini bilen Tilki hızla uzaklasırken kendi kendine söyleniyormuş:
- Ulan bu devirde okumak da başa belâ...
(Şevki Tekin)

Hiç Kimse Görmek İstemeyen Biri Kadar Kör Olamaz!

  Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna inanan, bu nedenle de yemek yemeyen ve hiçbir yaşamsal faaliyete katılmayan bir akıl hast...