29 Mayıs 2020

Tarihi Kişiliklere Sorular ve Bilge Cevaplar

Goebels'e sormuşlar;
- "İktidar nedir?"
- "Düşman yaratmaktır..." diye cevap vermiş.
II.Ramses'e gitmişler;
- "En büyük piramit hangisi?"
- "Kibrimizdir..." demiş.
Platon'a sormuşlar;
- "Devlet nasıl yönetilir?"
- "Ya ilimle, ya zulümle..." diye yanıtlamış.
Orhan Gazi'ye sormuşlar;
- "En büyük zulüm nedir?"
- "Geciken adalettir..." demiş.
Çiçero'ya sormuşlar;
- “Roma İmparatorluğu nasıl yıkıldı?”
- “İşi ehline vermedik..." diye yanıt vermiş.
Sultan Süleyman'ın hocası Yahya Efendi'ye sormuş;
- "Devlet nasıl yıkılır?"
- "Nemelazımcılık..." demiş.
Kârun'un yanına varıp;
- "Zenginliğin sırrı nedir?" demişler.
- "Halka avuç açmamaktır..." demiş.
IV.Murat'a sormuşlar;
- "Yardıma alışana ne olur?"
- "Emir almaya da alışır..." diye cevaplamış.
Gorbaçov’a
- “En büyük hatan neydi?” diye sormuşlar.
- “Yanlışı hep karşımızdakinde aradık..” diye yanıtlamış.
Stalin'e sormuşlar;
- "En büyük korkunuz?"
- "Sokakta yalnız başıma yürümek..." diye cevaplamış.


30 Mart 2020

Fare Kapanı

Fare Kapanı  🐭

Duvardaki çatlaktan bakan fare, çiftlik sahibi ile karısının bir paket açtıklarını gördü. “İçinde yiyecek mi var?” derken, bir baktı ki fare kapanı!..
Hemen bahçeye koşup, alarmı verdi: "Evde kapan var! Evde kapan var!"

Tavuk gıdaklayıp, kafayı kaldırdı ve "Bay fare, bu sizin için ciddi bir sorun olsa da, beni ilgilendiren bir tarafı yok ne yazık ki!.."

Fare dönüp bu sefer koyuna, “Evde kapan var, evde kapan var” dedi.
Koyun konuyla ilgilendi ama, kendi hesabına ‘Üzgünüm bay fare, vah vah emin ol senin için dua edeceğim” dedi.

Fare bu kez öküze yöneldi: “Evde kapan var! Evde kapan var!” diye bağırdı nefes nefese.
Öküz: ‘Vayy, Bay Fare, senin için üzüldüm, ama burnumu sokacağım bir şey değil.’ dedi.

E farenin de başını eğip, gitmekten başka çaresi kalmamıştı… yalnızlık ve terk edilmişlik hisleri içinde, fare kapanı ile artık tek başına başa çıkmaya çalışacaktı!

O akşam evde, alışılmamış bir ses duyuldu. Sanki bir kapan, avının üzerine kapanmıştı.

Sese koşan çiftçinin karısı, karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunu kaptırdığını görmemiş, yılan da kadını ısırmıştı..
Çiftçi karısını hemen hastaneye götürdü, Karısı eve ateşli ve hasta olarak döndü.

Eee ateşli insana ne verilir? Sıcacık bir tavuk çorbası!!! Tavuk hemen kesilmiş ve acilen pişirilmiş!

Ama kadın hala iyileşmiyormuş. Eee eş dost ahbap gelince hasta ziyaretine,
çiftçi de sofraya koyunu çıkarmak zorunda kalmış!!!.

Ama çiftçinin karısı iyileşmemiş; ölmüş!!!
Aman ne kalabalık gelmiş cenazeye, ne kalabalık!!!

Bu sefer de konukları doyurmak için kesilen öküz olmuş…
Fareye de olan biteni deliğinin ardından izlemek kalmış!..


28 Mart 2020

Uygarlık Yardımlaşmadır

"Tarihte uygarlığın ilk işareti nedir? “
Uygarlık deyince aklınıza ilk gelen tekerleğin icadı, ateşin bulunması filan olacaktır muhtemelen. Kastettiğim bu değil. Aslında “uygar insan” olmaktan bahsediyorum.
Antropoloji üniversitedeyken en sevdiğim dersti. Toplumların tarih boyunca gelişimlerini incelemek müthiş ilginç gelirdi bana. Dolayısıyla bu sorunun cevabını da en doğru verecek kişi bir Antrolopolog olsa gerek. Margareth Mead şöyle cevaplamış bu soruyu : “Kırılıp iyileşmiş kaval kemiği”.
Şimdi ne alaka dediğinizi duyar gibi oluyorum. Oysa açıklama o kadar güzel ki.
Şöyle diyor devamında:
“Doğada hiç bir hayvan kırık kemiği iyileşene kadar hayatta kalamaz. İyileşmiş kemik demek, birisi o bacağı sarmış, onu güvenilir bir yere taşımış, iyileşene dek ona bakmış demektir.” Yani kısacası zor zamanda birine yardım edilmesiyle başlar uygarlık.
Sevgili Ahter Kutadgu, #ArtıkBirbirimizeEmanetiz etiketiyle paylaşmış. O kadar etkilendim ki...
İçinden geçtiğimiz şu akla ziyan günlere ders niteliğinde bir yorum değil mi sizce de?
Uygarlığın teknoloji anlamında doruklara çıkarken insanlık yönünde dibe vurduğu günlerde başımıza hiç beklenmedik bir şey geldi. Film olsa amma da usturaymış diyeceğimiz bir senaryonun oyuncularıyız hepimiz şu anda. Kaçış var mı, yok. İnsanlığın verdiği en büyük sınavlardan birindeyiz ve “Bana ne, ben girmiyorum” demek gibi bir şansımız da yok.
Mücadele dönemleri hep kahramanlarıyla taçlanır ya, şu dönemin kahramanları olarak tarih birinci sıraya doktorlar ve sağlık çalışanlarını yazacak. Gece gündüz demeden, her türlü riski göze alarak, ailelerinin yüzünü görmeden çalışıyorlar ve görünen o ki, daha da çok uzun günler çalışacaklar.
Sadece onlar da değil üstelik. Gölgede kalan kahramanlar var. Evden çıkmama duyarlılığını gösteren bizlere hayati ihtiyaçlarımızı ulaştıran kişiler. Apartman görevlileri, kargocular, market çalışanları, depo sorumluları, çöpleri toplayan emekçiler, sokak esnafı, eczaneler, bankalar, televizyon ve gazete sektöründe çalışanlar, güvenliğimizi sağlayanlar...
Bize düşen ise sıcacık evimizde koltuğumuzda oturmak. Kusura bakmayın ama hiç birimiz, gerçek anlamda “hiç birimiz” sıkıldım deme hakkına sahip değiliz. Bu mücadelede üstümüze düşen “durmak”. Sadece durarak, evde kalarak, özellikle tıp cephesinde mücadele veren kardeşlerimizin yükünü hafifletebiliriz, yaşlılarımızı, büyüklerimizi koruyabiliriz.
Öyle manasız bir hızla gidiyorduk ki... Kürek mahkumu gibi, beşinci vitese takmış, son hız, kocaman geniş bir çevreyolunda, dip dibe, egzos dumanı içinde , mecburmuşuz gibi gidiyorduk. Ne yaptığımızın çok da farkında olmadan, anı hep pas geçerek, hep bir yerlere yetişme telaşında, hep bir olma, oldurma paniğinde gidiyorduk.
Derken...
Zaman bize DUR dedi.
Sanki zaman yaramaz bir çocuğu azarlarcasına kolumuzdan hoyratça çekip eve götürdü bizi. “Otur ve yaptıklarını düşün! Doğruyu bulana kadar cezalısın “ dedi.
Her yok saydığımız hayvanda, her balta vurduğumuz ağaçta, her kirlettiğimiz deniz damlasında, her zehirlediğimiz toprak zerresinde, ve her sırtımızı döndüğümüz insanda parça parça yitirdik insanlığımızı. Görmedik, anlamadık, umursamadık. Doğanın her anlamda bir parçası olduğumuzu yeniden hatırlama şansı verdi bize bir minicik virüs. Onun anlamı yanında bizler küçücük kaldık.
Durabilmek nasıl bir lüks farkında mıyız acaba?
Yavaşlamak... Kendine dönmek... Basit şeylerin kıymetini bilmek.
Aslında neyi sevdiğimizi, neyi sevmeden mecburi yaptığımızı anlamak...
Ve sadeleşmek... Belki de en çok yapmamız gereken.
Şimdi o ürkünç seslerle dönen çarkın içinden çıktık.
Sadece o çarkın parçası olmayı biliyorduk yıllardır. Çark durdu.
Serbestiz. Özgürüz . Biz bunu hapis zannederken asla hürüz.
Her şeye daha tepeden bakabilme şansımız var. Kullansak mı o şansı artık?
Anlaşıldı ki, memleketlerin sınırları hikaye, zengin-fakir hikaye, o ırk bu ırk hikaye, seçen seçilen hikaye... Bir mini minnacık virüsün karşısında hepimiz eşit şekilde savunmasızız.
Çünkü biz bunca zaman sandık ki, daha lüks evlerde otursak, daha son model arabalara binsek, daha pahalı çantalar alsak, saatler taksak, daha yüksek, daha da yüksek makamlarda çalışsak dünya daha güzel bir yer olacak.
Ta ki bir ufacık virüs hepimizi duvardan duvara vurana kadar.
Şimdi uygarlığın manasını gerçek anlamda yazmamız için bize bir şans verildi. Zaman, kırık kaval kemiğini el birliğiyle iyileştirme zamanı.
Bunu eğer durarak yapacaksak duracağız. Sabır gerekiyorsa sabredeceğiz. Belki zaman zaman yenileceğiz, ama asla pes etmeyeceğiz. Yardımlaşmak zamanı geldiğinde omuz vereceğiz birbirimize. Tek başına kum tanesi sıfatında hiç bir hükmümüz olmadığını gösterdi zaman bize. Diğer kum taneleri olmadan kocaman bir hiçiz.
Bizlerden kurtulunca sanki nefes aldı doğa. Ne zamandır ilk defa balkon kapısını açtığımda daha önce duymadığım güzellikte kuş sesleri duyuyorum. Orada bir yerlerde çiçeğe duran ağaçlar var biliyorum, tam on gündür göremiyorum. Belki de ilk defa insansız patlatacak tomurcuklarını bu bahar. Belki buna ihtiyacı var, bilmiyorum.
Bahar açık havada insan eziyetinden uzak özgürlüğün tadını çıkartırken biz de boş durmayacağız elbet.
Yüreğimizde yerlere kapaklanan insanlığı kaldıracağız düştüğü yerden.
Muhasebe yapacağız.
Gökte uçan kuştan, yerde gezinen karıncaya, kendiliğinden açan kan kırmızı gelincikten pıtrak gibi çiçeğe bezenmiş badem ağacına kadar, üstü yırtık pırtık evsiz adamdan, arabanın camını tıklatan mendilci çocuğa, beli bükülmüş komşumuzdan yolu süpüren çöpçüye kadar yeniden “görmeyi”, yeniden “anlamayı”, yeniden sevmeyi öğreneceğiz. O kırık kaval kemiğini en şanımıza yaraşır şekilde nasıl onarabiliriz onu düşüneceğiz.
Ve kapılar tekrar açıldığında dış dünyaya, artık yepyeni, tazelenmiş, yaşadıklarından ders almış, yurduna yuvasına, doğa anaya, sevdiklerine, hayallerine hak ettikleri değeri veren, daha arınmış bir varlık olarak atacağız adımımızı dışarı. Bu değişimi yaşamadıysak yeni bir sınavla sınanacağız.
O yüzden güzel kardeşlerim, önümüzde iki seçenek var: Ya bu sınavı alnımızın akıyla geçeceğiz, ya bu sınavı alnımızın akıyla geçeceğiz.
Çünkü artık anladık. Sadece ve yalnızca “birbirimize emanetiz”.
Bige Güven Kızılay
22.03.2020


02 Haziran 2016

Şiir Küresi


ŞİİR KÜRESİ



            Başlarken
            Daha anam körpe bir gelinken beni de leylekler getirdi şu ölümü dünyaya. Yıl: 1967, 26 Aralık Salı, Sümbül Köy. Adımı koydular Murat Can Plevne. Beni dünyaya leyleklerin getirmediğini öğrendiğimde, etrafı kafesle çevrili dünyamda Sümbül Köyde vakit okul çağıydı.  Köyden kasabaya git gel derken yüksek öğrenim için Ankara… Benim için büyük şehir, bir dönüm noktası, bir uyanış, bir diriliş. Kısaca çocuksu rüyalarımdan uyandığım, gerçeklerle yüzleştiğim yer. Şimdilerde ise bir konar göçerim. Resim yaparım, şiir yazarım. Ressam, ozan olmak için değil, şair olmak için değil. Yaşamın içine sanatı sokarak hayatı daha da güzel yapmak için.  
            Şimdiye kadar sevgililerimden başka hiç kimseye okumadım, göstermedim şiirlerimi. Artık vakti geldi ise siz şiir severlere açıyorum. Şiirlerimi yazarken kimseye beğendirmek gibi bir kaygım olmadı, bundan sonra da olmayacak. Ama, şiirlerimde kendinizden bir şeyler bulabilirseniz ne mutlu bana. Ben sadece içimden kopan yoğun duyguları şiir şeklinde dökmek, paylaşmak istedim o kadar.

                                                                                                                      Murat Can Plevne




























Göksel Kürede Yolculuk
Bir karanlık boşluğa bıraktılar,
Yerde kar var beyaz, üste gök var kör kara,
"Bu gece gör." dediler bütün yıldızları,
"Ders al ki yönünü çizesin geleceğin",
Yıldızları gökte döndürdüler doğudan batıya,
Unutulmaz güzellikti o boşluk,
Hava hafiften serin, yıldızlara bürünmüşüm,
Cezveyi gördüm: Büyük Ayı, yavrusu Küçük Ayı,
Tam kuzeyde kutup yıldızı: Polaris,
Yunan mitolojisinden kahramanları saydılar sessizliğin içinden,
Pegasus uçan at,
Bir avcı vardı, diz çökmüş ve elinde yayı,
Arkasında köpeği Proykon ve küçüğü Sirius,
Menzilinde Boğa, boynuzunu uzatmış öfkeli,
Zeus'un çocukları yıldızların kaymasıyla aydınlandı,
Birbirlerine ısınmak için sarılmış gibiydiler,
Kutup yıldızının altında oturak takımyıldızı,
Habeşli prensesin ve O'nu deniz canavarından kurtaran,
Prensin platonik aşk öyküsü,
Derken bana göz kırptı: Çılgın Bakire,
Dans ediyordu Endülüs şarkılarıyla,
Başımda tacım: Yedi Kandilli Süreyya,
Terazi adalet dağıtıyordu sanırım o gece de,
Ejderha ortalığa kızıl alevini saçmıştı,
Aslında akrabaydılar ama uzak kalmışlardı birbirlerinden;
Akrep ve Yengeç,
Çoban Yıldızı soğuk ekim gecesinde doğudaydı,
Döndü, ilkbahar dönümünü aştı geldi yine ekim gecesine,
Alpheratz ayla kardeşti ışıl ışıldı o gece,
Arslan tam ortasına kurulmuştu göksel kürenin,
Kükrüyordu: "Göklerin de hâkimi benim.",
Dalmış gitmişken o büyüleyici yolculuğa,
"Artık vakit tamam." denilince uyandım ve anladım,
Şu koca evrende dünyaya hapsedilmiş bir küçük yaratıktım...



Hayal İçinde Hayal
Rutubet kokuyor küçük odam, köhne odam,
Loş bir ışık süzüyor penceremden,
Kulağım ocakta kaynayan çayın sesinde;
Dalmışım…
Bahar bahçesinde, cennetten bir köşe.
Çam kokusuyla doluyor ruhum.
Küçük bir dereden yansıyan güneş ışıl ışıl.
Gözlerim mavi gökler kadar sınırsız.
Hayal içinde hayale dalmışım ki uyandım;
Çaresizim…   






Ağın İçinde
Üstümüzde bir ağ vardı…
Altında ayrı bir dünyadaydık çelişkide.
Dışarıya çıkınca uzaktaydı tan…
Ve o ağın altında gözlerden uzak, gölgedeydik.
Dünya bize yabancıydı uzaktı…

Çelik kafesli çubuklarla gerilmişti ağımız,
Ağın altında bir araçtaydık.
Esince rüzgâr batıdan,
Sallanıyordu üzerimizdeki büyük örgü.
Ninni gibi geliyordu rüzgârın şarkısı,
Sanki bir sandalın içindeydik karada.

Gece soğuktu, yakıcıydı gündüz ve toz.
Ağımıza takılıyordu gündüz: Güneş, gece: Mehtap,
Işığı dalga dalga oynaşıyordu yüzümüzde.
Ve türkü söylüyordu Yusuf:
“Özlemine yandım hey…”


Yağmura Aşığım
Sağımda solumda iğde ağaçlarının karaltısı,
Gece karanlık, gökte ne ay var ne de tek bir yıldız.
Yolum karanlık,
Boşlukta yürüyorum sanki…
Uzun uzun zil sesleri,
Ardından tatlı bir gürültüyle tren geliyor.
Işıkları yağmur damlalarına can veriyor, renk veriyor…
Pencerelerden ellerini uzatan çocuklar yağmur topluyor,
Beni görenlerse yağmuru bırakıp sevinçle el sallıyor.
Ben de kolumu kaldırıyorum iradesizce ve ifadesizce.
Derken tren gelip geçiyor.
En son iki kedi gözünün yansıması havada asılı kalıyor.
Karşıdan insan karaltıları geliyor,
Selam verip geçiyorlar,
Ben de kolumu kaldırıyorum iradesizce ve ifadesizce.
Yeniden yolum ıssız ve sessiz.
Yağmurun dudaklarımı ıslattığını hissedince yüzümde bir tebessüm…
Toprak bir başka kokuyor, insanın içine işliyor,
Şakaklarıma inen yağmur tatlı bir sıcaklık veriyor,
Yağmur yılan gibi kıvrılarak iniyor, iliklerime kadar işliyor.
Sarmalıyor beni, artık sırılsıklam ıslağım.
Yağmur yere vurdukça neşeleniyorum,
O eşsiz ezgide sanki yürürken dans ediyorum,
Bedenimden öte ruhumla hissedip güzelliğine varıyorum.
Ben aslında yağmurla senin aşkını yaşıyorum.








Sevginin Tarihi
İnsanlık aşkla doğdu,
Sevgi yaşamla.
Sonradan çıktı kavga,
Sonradan çıktı kin,
Sonradan çıktı bütün çirkinlikler…
Kirlendi dünya ne acıdır ki doğasında sevgi olan insanla,
Sevgi için, barış için yaratılmış insanla.
Yeniden dönmek sevgiye,
Sevgiyi hâkim kılmak elimizde.
Düşmek Yunus’un peşine,
Yeniden kurmak sevgi dünyasını elimizde.
Yeniden aydınlansın dünyamız Yunus yolunda,
Yeniden gülsün tüm yüzler,
Bir olsun tüm kalpler,
Yunus yolunda,
Sevgi yolunda…






































Sen Sevdiğimsin
Gözümde tek,
Gönlümde tek.
Sen sevdiğimsin…

Açsam aşım,
Susuzsam vaham.
İlacım, can suyumsun…

Ağlıyorsam sevincim,
Umutsuzsam umudum.
Sen sevdiğimsin…


Işığıma
Bir kış gecesi nasıl üşür sokakta yavru kedi,
Bir yalnızlık çemberinde nasıl bunalır insan…
Bazen düğümlenir hıçkırıklar, ağlamak çare değil…
O an unutulmak ister her gerçekten yana,
Çıkış yoktur o girdaptan çaresiz…
Zifiri karanlıktan bir ışık belirir, tek bir sicim.
Hıçkırıklar kesilip, dikkat kesilir o kaynağa,
Fışkırır içinde o ışığın parıltıları.
Bire bin katar ve uzanır ona doğru,
O bir güneş, mahkûmun yaşama dönüşüdür…
Umut yaşamın ilacıdır, sevgi ışıkta.
Bağlanmak, paylaşmak yeniden diriliştir.
Düğüm olur iki insan birbirine
Ve İskender bile çözemez o düğümü...


İçimdeki Çizgi
Bir çizgi var içimde,
Canka’nın eteğinden Hasatlı dağlarına,
Sümbül ovasından Ankara'ya.
Birincisi o kadar belirsiz,
O kadar karışık, o kadar namussuz, pislik…
İkincisi o kadar uzak,
O kadar sade, o kadar güzel.
İçimdeki bütün çizgilerin ucunda sen,
Arada özlem.














Süt Liman
Benim için ayrılık, rüzgârın şarkısı,
Deli rüzgâr esti esti, yetmedi,
Takıp ölüme sürükledi, yere vurdu, savurdu.
Güneşin yakıcı sıcağında terletti,
Yağmurun altında sırılsıklam ıslaktı,
Çamur deryasında batağa gömdü,
Kar yağdı üzerimi örttü…
Palangalara vurdu işkence çektirdi.
Nafile sökemedi, sökemez,
Silemedi, silemez,
Kalbimizdeki sevgiyi, birliğimizi…
Estikçe rüzgâr
Bedenim yıprandı, çöktü…
Ruhum ise sana koştu, adeta uçtu, sevgiyle genişledi,
Doldu taştı, koca bir çağlayan oldu.
Bekliyorum eli kulağındadır,
Bir volkan gibi patlayacaktır fırtına
Ve yeniden süt liman olacaktır dünyamız.
O dinginlikte mutluluktan ağlayarak sarılacaktır iki beden ve ruh.
Yakında, hem de çok yakında.
Bahar neşesinin tomurcukları açmadan önce,
Canka’nın tepesindeki karlar erimeden önce,
Diliçi’nden seller boşanmadan hemen önce,
Beden toprağa düşmeden önce…


Işığın Kaynağı
Zaman tel tel çözülüyor.
Bitmek bilmeyen örgüler,
Sonsuzluğa uzanan orman.
Ayrılık, hasret uzuyor,
Büyüyor bütün bedeni sararak,
Özlemin burukluğu içimi acıtıyor.
Kavuşma hayali umudu yeşertse de
Bir gece bitmiyor, bir gündüz,
Bir an geçmiyor ki bir saat…
Belirsizlik bir umman.
Keskin kılıç sırtında geçen yaşam,
Her an düşecekmiş gibi denge noktasında kollar açılmış,
Dalıp gitmeye kararsız beden,
Soğuk bir çelik gibi uyanık tutuyor.
Varlığın devamı umut…
Gözlerin altında halka halka,
Akıp giden zamanın izleri.
Hep bilinmeyen yaşam kaynağından,
Tükenen cevher.
Damardan çekilen kan sana doğru.
Eriyen ve eridikçe yok olan mum misali, yaşamın özü.
Yol karanlıkta kayboluyor, yok bir ışık, kör zifiri karanlık.
Çığlık çığlık üstüne…
Son bir gayret tırnaklarımı akıp giden bulutlara geçiriyorum,
Yalvarıyorum alıp gitsin beni de.
Yağmur olup indirsin,
Işığın kaynağı sevgiliye...
Dişinle Mühürlediğin Kitap
Hatırlar mısın?
Bir kitap hediye etmiştin bana,
Sağ köşesi dişlerinde mühürlenmiş,
İlk satırına “canım sevdiğime” diye yazılmış.
Sen yanımda olamasan da yanımda olmasını ne çok isterdim o kitabın,
Her cümlesini, kelimesinde ikimizi bulmak için.
Kitabı yaşayarak okumak için.
O kitap aşkın şiiriydi,
Sevgilin dile gelmiş haliydi,
Özlemin haykırışıydı,
Yaşamın ruhu, duygusuydu.
Senin bana duygularının özetiydi.


Sabır
Hani o güzel saçlarını kalemle toplardın,
Sana gelmeyince üzülüp, dudaklarını bükerdin,
Hep sorar dururdun tekrar tekrar: Sonumuz ne olacak?
Ben senden başkasıyla yapamam derdin,
Sana hep anlatmaya çalıştım,
Bizimkisi alnımıza yazılmış kader, birbirimiz için yaratılmışız.
İnanırsak, çabalarsak yarınlar bizim.
Sabır, sabır…


Her Anında Yanında Olmak
Seninle her anım, bana hatıra,
Gülüşün, bıçkın dişlerin, saçların…
Dokunmak isterdim,
Senin dokunduğun her şeye,
Bir lokma ekmeğe, yazdığın kaleme…
Bir kenarı yanmış hırkana.
Ülkenin bu yalnız, kendi başına bırakılmış uzak köşesinde.
Bana kalan bitmez anlardan süzülen anılar.
Ayrılığın umutsuz çırpınışı…
Yaşamak isterdim seninle yeni baştan
Kısa süren birlikteliğimizin her bir anını
Ne bir fazla, ne bir eksik,
Her şeyiyle baştan başa...















Sen Aşk mısın
Düşüncem yalnız sen misin,
Ki görmek seni rüyalarda,
Yaşamak tüm hayallerde.
Düğümlenir düğümlenir,
Sıkıntım sensizlik.
Sensizlik kör kuyu, karanlık yol.
Sen tüm güzelliklerim misin,
Ki sen güneşim misin,
Yoksa hapsedilmiş içindeki kor musun,
Bana anlarımı asır eden,
Ki an seni özletir.
Yokluğunu boşluk eden,
Ki sen aşk mısın?


Ruh İkizim
Ne zaman seni hayal etsem,
Hep nazlı nazlı gülüşünü hatırlarım.
Sen de beni düşünür müsün,
Beni hayal eder misin,
Ben ağladığım zaman sen de ağlar mısın?
Bazen düğümlenir sensizlik,
Bensizliği yaşar mısın?
Kahkaha atınca seni anımsarım,
Suçluluk duyarım hemen senden uzakta.
Sen de güler misin, ben gülerken…
Aklıma gelir beni azarlamaların,
Ve beni yola getirir o başlangıçta.
Bazen dalar mısın ikimizin dünyasına,
Hasretimi çeker misin yalnızken,
Ayrılık ateşi yakar mı yüreğini,
Ben uzakta çaresiz çırpınırken.
Beni sever misin,
Ben “seni seviyorum” diye haykırırken…
Kuş Misali
Bir kuş nasıl kanat çırpar göklerde,
Benim kalbim sana çarpar sevginle.
Yavrusunu nasıl besler özüyle,
Sevgimi büyütürüm özümle.
Nasıl uçar giderse uzaklara,
Aşkım büyür gider ayrılıklarda...













Hal Hatır
Halın ne dedim,
Yüzün ne dedim,
Sözün ne dedim
Kendine iyi bak ne olur.
Seni seviyorum.
Ve ağlamaya başladım gelecekten korkarak.
Ağlama bir tanem, çiğ tanem ağlama.
Sil ne olur gözlerinin yaşını.
Yaşanacak güzel günlerimiz var yarınlarda.
Her şey bitecek ve gülerek koşacağım sana.
Uzayıp giden ayrılık son bulacak ve birlikteliğimiz bir ömür.
Bölüşeceğiz yeniden yaşamı,
Umutlarımızı birbirine katarak...


Kavuşma
Yağmurun sesi bana sesini anımsattı,
Kasırga dişiliğini.
Yağmur akşam alacasından sabaha dek yağıyor,
Umudumsa yarına.
Yeryüzüne nasıl dökerse bulutlar yağmuru,
Saçlarını öyle dök üzerime.
Çiftçinin tarlasına nasıl bereket getirirse,
Kalbime öyle yağ.
Toprağa nasıl sızarsa yağmur,
Ruhumun derinliklerinde öyle sız.
Nasıl kucaklarsa dereler yağmur suyunu,
Beni öyle kucakla.
Nasıl süzülerek giderse denize,
Bana gel usulca süzülerek.
Engelleri nasıl önüne katıp aşarsa,
Engel tanımadan ak gel.
Denize nasıl kavuşursa ırmak,
Gel benim kollarıma.
Nasıl karışır giderse tatlı su, tuzlu suya,
Karışalım birbirimize.
Huzur bulalım enginliklerde,  
Rüzgârla dalgalanalım sahillerde,
Durak bulmasın yolculuğumuz,
Aşk okyanusunun açıklarında…



Her Zaman
O tatlı günlerimizden geriye
Sadece ve sadece kurumuş bir gül yaprağı ve anılar kalmış
Hayalin hâlâ gözümde, sen kalbimdesin
Seni hayal ederim seni her zaman…






Başkayım
Bugün başkayım
Ondan başka, senden başka, benden başka…
Yazdan başka, kıştan başka,
Aktan başka, karadan başka,
Özlemden başka, aşktan başka
Bugün bir başkayım
Ben: Senle ben;
Bambaşka…


Bugünü Yaşamak
Nisan yağmuru sonrasında pırıl pırıl bir güneş,
Mavi gök, pamuk helva bulutlar,
Altımda yemyeşil çimen…
Ruhum kuşlar kadar hür,
Çocuklar gibi taşkın,
Gençler gibi deli.
İçimde mavi gökyüzüyle çevrilmiş bir umut.
Tasasını çekmiyorum geleceğin,
Hiç düşünmüyorum bile geçmişi,
Bugünü yaşıyorum.
Ben bugün doğdum.
Gün bitene kadar yaşayıp güneşle yeniden doğacağım…


Yağmur
Bana yağmuru anlat,
Yağmuru anlat güzelim.
Gözlerinden süzülen ayrılık yaşlarına,
Karışan yağmuru anlat…


Doğanın Sevinçleri
Defterimin arasında kurumuş gül yaprağı
Kan damlacığım, kokun aşkım…
Nergis,
Beyaz gelinlik, kokun saflık…
Ve kadeh kaldırmışız seninle,
Öpüşen menekşe, sevişen iğde çiçekleri…
Doğanın sevinçleri, çocukları, kır çiçekleri…
Kasımpatı, papatya beyaz bulut,
Renk cümbüşü, nar çiçeğim, limon çiçeğim,
Sümbülüm, leylağım...
Baharda vadim yeşil, çiçekler gök kuşağım.
Çiçek çiçek tarlalar
Ağaçlar badem çiçeği, mercan salkım
Salkım saçak fındık gülüm, sarmaşığım
Çiçekler; doğanın sevinçleri,
Güzelliğin can bulmuş halleri.





Gonca Çiçeğim
Seni sevdim çiçek dünyasından,
Sen en güzel gonca,
İçimdeki eşsiz,
Bozkırımı cennete çeviren çiçek.

Seni özlüyorum yalnız gecelerde,
Kar yağıyor gecenin içinde sensizliğime,
Ayrılık acı,
Sensizliğin her anı hasret, zehir.

Sen bir ucundan ben bir ucundan,
Yürüdük geldik, yürüdük geldik şu küçük dünyanın,
Ve buluştuk sevginin odağında.

Sen aşkı bilmiyordun,
Ben sensizliği.
Yürüdük gittik, yürüdük gittik aşkın girdabına,
Orada sevgimiz sonsuz ve eşsiz.


Yalnızım
Yalnızım, yalnız.
Odamda tek başına.
Başucumda saat akar durur,
Tiktak, tiktak, tiktak…
Bir bağ kurarız birbirimizle,
Yalnızlığın dünyasında,
Saat ve ben tek başıma…



Sabır Taşı
Musluktan su damlaları düşüyor:
Ya sabır, ya sabır…
Bitsin artık bu hasret.
“Sabır taşına kurban olduğum” derler bizim oralarda.
Ya sabır, ya sabır…



Tren Sesi
Tren sesi, hasretlik, ayrılık, hüzün…
Yolum uzun uzun.
Tak beni peşine,
Götür beni buralardan
Yol al günlere, gecelere,
Varayım sevdiğime…


Sekizinci Gün
Sekizinci gün, ölüm gibi sessiz,
Senden ayrı sensiz.
Sen kar fırtınasına,
Ben tel çitlere hapis…
Ilgaz’a Çıkarken
Uykusuz bir gecenin ertesi
Pırıl pırıl güneşin altında yola çıktığım bir gündü
Yeşil tarlalarda vişneçürüğü meyve fidanları
Yağmurda ıslanan pembemsi yaprakların şırıldadığı bir gündü
Yollarda kiraz şarkısı ve kazların kanat sesleri
Çağlayanların coşup taştığı bir gündü
Ruhumun delicesine estiği bir gündü
Çamların altında altunî yaprakların savrulduğu bir gündü
Karlı Ilgaz’ın ışıl ışıl parıldadığı bir gündü
Yeşille pembenin seviştiği bir gündü
Bulutları avcuma aldığım bir gündü
Sevgilinin kendini doğaya bıraktığı bir gündü
Bakır cevherinin toprağı kızıla boyadığı bir gündü
Yamaçlardaki ahşap evlerin beni büyülediği bir gündü
Alabalık ziyafeti çektiğim bir gündü
Uzun yolculuğun sonunda akşam vakti
Ilgaz’ın alev alev tutuştuğu bir gündü
Güneşle hilalin göz kırpışıp cilveleştiği bir gündü
Ilgaz’a karşı tavşankanı çay demleyip içtiğimiz bir gündü
İçime sinen reçine, toprak kokusuyla,
Öyle güzel, öyle mutlu bir gündü…


Memleketim
Çamdüzü reçine kokar,
Taşucu yosun,
Evimin yolu ise yasemin, hanımeli, özlem…


Limon Çiçeği
Avucumda topladığım limon çiçeği
Bahar kokusu, rengi bir başka
Limonun yaprakları damar damar öylesine güzel
İstemsizce acı da olsa tadına bakıyorsun
Ekşi de olsa körpe meyvesini ısırıyorsun
Gölgesinde huzur bulup kestiriyorsun
Rengi, kokusuyla kendinden geçiyorsun


En Büyük Borcum
Saçımdaki bir beyaz tel;
Bir daha, bir daha…
Alnımdaki bir küçük çizgi;
Bir daha, bir daha…
Titreyen ellerim,
Siz bana ne çok şey öğrettiniz…
Gülmeyi, ağlamayı,
Ayrılığı, kavuşmayı,
Mutluluğu, mutsuzluğu,
Mücadeleyi, savaşmayı,
En önemlisi tecrübenin değerini…



EBEMKUŞAĞI SERİSİ


Alev
Parlak bir beyazla doğuyor,
Gecenin karanlığında yatan aydan daha parlak.
Kıvrım kıvrım süzülerek sarı başlıyor,
Anaforun döngüsünde sarının bütün tonları.
Kırmızı, alev alev tutuşmuş.
Yeşil tütüyor, mavi tütüyor.
Kendini rüzgâra bırakmış renkler birbirine dolanıyor.
Siyah yedi rengin tonlarını içine çekiyor,
Ejderha misali rüzgârda dans ederek yanıyor.
Kıvılcımlar o sele kapılıyor,
Siyah, sis olup göğe yükseliyor
Ve saydamlaşarak sonsuzluğun mavisinde kaybolup eriyor.

Sarı
Sarı içtim, sarı yedim,
Sarı yaşadım, sarı öleceğim,
Sarı ektim, sarı biçtim…
Ay sarı, güneş sarı
Yaprak sarı,
Hülyalar sarı
Gül sarısı: Ayrılık…
Umut, kanarya sarısı
Bereket, başak sarısı
Altın, sevincin sarısı
Sonsuzluk, bozkır sarısı
Sen yüzüne vurulduğum,
Sen canımın içi,
Sen sarı özlemimsin…
Sen sarı ışığımsın…



Kırmızı
Ölesiye öptüğüm
Dudakların kırmızı
Rüzgârda raks eden eteğin
Çingene kırmızısı
Şiir defterimin kabı kırmızı
Seni düşündüğüm, seni yazdığım
Uykusuz gecelerde
Kırmızı aşığım
Akşam vaktinde güneş göğü kandırmış
Gök kırmızı
Sana kaynayan kanım kırmızı
Allım kırmızı, canım kırmızı
Sana bir tek kırmızı gül
İlan-ı aşk…
Aşkım kıpkırmızı.



Yeşil
Dershanenin penceresinden bozkır ayazı
Ve kumruların sesleri
Doğanın ışığı yüzüme vuruyor
Işığın yansımasında yeşilin tonları
Sırtım yeşil
Dizelerim yeşilmişik
Yeşil umutlarla yeşil yeşil…
Ranzama uzanmışım, gözlerim tavanda
Rüzgârın her esintisinde tavanda yeşilin tonları oynaşıyor
Koğuşun camına çamların yeşili vuruyor.
Reçine kokuları içime siniyor
Ve çatıyı yuva yapmış güvercinlerin kanat sesleri
Yeşil yeşil uzanmışım
Yeşil çimenler ve çiçekler
Uzanıp gidiyor yeşil hayallere
Yeşil dünyalara…


Mavi
Gök mavi,
Umut gök mavi,
Sonsuzluğun ardındaki boşluk mavi…
Yüzüğümdeki taş mavi
Yosun kokar, deniz mavi
Rüzgârın sevgilisi gök mavi
Kıyıya vuran köpük köpük dalga mavi
Gece karanlık mavi
Yalnızlık koyu mavi
Mavi yola çıktım
Kadehimdeki içki mavi
Gözlüğümün ardı mavi
İçim mavi, dışım mavi
Nazar boncuğum mavi
Mavi dünyam
Morcivertten laciverte tonlar mavi
Maviyle yazılan dizelerde
Şiir mavi, ozan mavimsi
Mavi âlem
Ressamın fırçasında başka,
Doğanın elinde başka mavi














Kahve
Kahve çalımım,
Kahve çekerim, kahve kokarım.
Ayağımdaki çamur:
Toprak kahve
Seni nasıl kırsam
Kahve zincirim
Nasıl atıp kurtulsam
Kahve yüküm
Kahve kahve bakışlım
Kahve, isyan…
Kahve, yakarış…
Her şey sana mı?



İpe Un Sermek

  Vakti zamanında Anadolu’nun bir köyünde tembelliğiyle nam salmış bir adam yaşarmış. Bu adam, ne zaman bir iş verilse türlü bahanelerle o i...