01 Haziran 2016

İnsan Denen Dünya

2001, Kars


       İnsanlar artık birbirleriyle konuşmuyor adeta kendi hücrelerine çekilip kendi dünyalarında yalnızlık çekiyorlar. Sohbet etmek, konuşmak, dinlemek, dinlenmek, kaale alınmak var olmanın olmazsa olmaz gereği değil mi? Ben, insanlarla yüz yüze konuşmayı hep yeğledim. Nedense sohbet ortamlarında insan olduğumun bir kez daha farkına varıyorum. Ruhumda sakladığım gerçek beni sanki bir ayna misali yansıtıyorum.
            Büyük eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç'un bir yazısında da belirttiği, benim de canı gönülden katıldığım gibi mektuplar, insanların görüşlerini bütün çıplaklığı ile aktarıldığı bir yazı türüdür. Bütün okuyucularımla bir araya gelemiyorsam, en güzeli olan yüz yüze konuşmayı sağlayamıyorsak, duygularımı, görüşlerimi içimden kopup gelen düşüncelerimi mektup tarzında ama uzun bir mektup olarak aktarayım, paylaşayım istiyorum. Bunu yaparken de okuyucu ile etkileşim kurmak da istiyorum.
            Her nasıl adlandırılırsa inanamayacaksınız ama benim ileriyi görme gibi -aslında pek de matah olmayan bir özellik- bir yetim var. Görüyorum hepinizin gözlerinin içini görüyorum. O ışığı görüyorum. Her insan büyük bir potansiyel, bir dünya… Doğru bilinci alıp, geliştirilebildiği takdirde her insan için gelecek parlak, hayat inanılmaz güzel. Unutmamak gerekir ki istemeden, inanmadan, çaba göstermeden bu güzelliği yakalamak da mümkün değil.
            Mektubumda yazılanlar sizle benim aramızda bir köprü. Her okuyucunun algısına göre, bilincine göre özel bir sır. Belki yazılanları kendiniz yorumlar, kendinize mal eder, belki de sadece kendinize saklarsınız. Belki böyle daha güzel olacak, başkalarıyla paylaştığınızda belki büyü bozulacak. Baştan belirtmek de istiyorum ki mektubumda yazılanlar mutlak doğrular değil. Her satırı okuyucum düşünüp kendi kalbi ve aklı ile değerlendirmeli.
            Mektubumdaki ifadelerin bazıları belki bir asırlık bir insanın ağzından çıkmışçasına öğüt cümleleri olabilir. Öğüt verme, nasihat etme düşüncesi olamadan kaleme aldığımı bilmenizi isterim. Amacım sizlerle sadece paylaşmak. Bir düşünce ışığı vererek kapıyı aralamak, önünüzü aydınlatmak. Bir de şu var ki bu mektubu kaleme alırken pek fazla edebi kaygılar taşımıyorum ve içimden geçenleri o anki heyecanı ile yazıyorum. Yazıyı kaleme alırken; anlam bütünlüğü bozuluyor, yazının çatısı bir sıra takip etmiyor, daldan dala atlayarak anlaşması zorlaşıyor olabilir. Bu yazıyı kaleme alan ben aslında bir askerim. Pek zamanın yok. Beni anlayışla karşılayıp sabırla okumaya devam edeceğinize inanıyorum. İnanın buna değecek.
            Konuşmaya nazaran yazmak katbekat daha kadar zor. Burada yazdıklarım hakkında belki sizlerle yüz yüze gelebilsek, günlerce konuşabiliriz. Evrende uzaklaşıp giden, dolu dolu, geniş mekânları dolduran laflar edebiliriz. Fazla ayrıntıya girmemeye çalışacağım. Hayat ve anlamını çözen okuyucularımın “güzellikler ayrıntıda gizlidir” dediklerini duyar gibi oluyorum. Mektubumda sizlere mesajlarımı aktarmayı ön planda tutuyorum. Belki, bilimsel olanı değil, kendimce daha anlaşılabilir diye düşündüklerimi veya kafamda canlandırdıklarımı kendimce doğrudan ifade eden kelimeler yığınını kullandığım için beni eleştireceksiniz. Aslında özellikle yazılarımda Türkçe’yi doğru kullanma konusunda çok hassas biriyimdir. Ama bu sefer böyle sohbet havasında çalakalem yazmayı yeğliyorum.
            Yaşam akıp giderken anlamını çözmeye çalışmayız, sorgulamayız ya da çözmeye çalışmak, bize ayrı bir yük getirir. Bazı insanlar sırf yaşam gailesindedir, temel ihtiyaçlarına odaklanırlar ve etrafta ne olup bittiğine yeterince ilgili değillerdir. Bu arada birçok güzellikleri de ıskalarlar. Tercih tamamen senin. Benim anacığım ilkokul mezunudur. Aldığı eğitim ve kültür düzeyi belli. Akşam kocası işinden evine döndüğünde önüne bir kap yemek koyabiliyorsa, ayda yılda bir uzaktaki çocuğu telefonla da olsa arayıp; “anacığım nasılsın diyebiliyorsa dünyanın en mutlu insanı O. Ama ikinci gruptakiler: Aydınlar, yani siz -sizi kategorize edip yolunuzu zorla çizdim galiba- Çünkü bu satırlara ulaştınız. Onlar sadece yemek, içmek, uyumak, üremek gibi duygularla –duygu demek duyguları hafife almak olacak sanırım, biz en iyisi dürtü diyelim- hareket etmezler. İnsan ruhunu, hayatın anlamını gizemini çözmeye çalışırlar. Onlar İsrail-Filistin çatışmalarında ölen insanlara, büyük şehirlerin sokaklarında sefalet içinde yaşayan çocuklara,  vb. -vb. diye ne çabuk geçiştirdim-  üzülürler, kendileri için sorun edinirler. Onlar için mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk adeta haramdır.
            Kişilerin temel hedefi özüne ulaşmak olmalı. Bu yüzden ilk devrimin bilinçte gerçekleşmesi gerekir. Karakuşi bir yaklaşımla hedeflere ulaşılması mümkün değildir. Kişileri, olayları, dünyayı doğru algılayamayan doğru eylemlerde bulunamaz. Dolayısıyla doğru sonuçlara ulaşamaz. Yani dünyaya bir başka gözle bakmayı öğrenmek, insanlık bilinci ve onuru çerçevesinde bakmayı öğrenmek... İlk açılım bilimsel mantığın anlaşılması. Bilimsel mantığın bilincine eren insan doğruya saygı gösterir, Yalan söyleyemez. Bilimsel mantığı temelinde ise şüphecilik yatar. Okuduğun, gördüğün şeylere, sana anlatılanlara kocaman bir ‘ACABA’ de. Acaba doğru mu? Yanlış olma ihtimali var mı? İşte bu sorular seni incelemeye, araştırmaya iter, gözlem yapmaya zorlar. Seni geliştirir. Seni hedefe yoğunlaştırır. Zamanla göreceksin ki her eğilimini bir kusurmuş gibi algılayıp, hep çırpınacaksın, hep bilgisizliğin susuzluğunu çekeceksin. Her yeni öğrendiklerinde cehaletini göreceksin. Her yeni öğrendiğinin sonuna nokta değil virgül koyacaksın.
            Öze ulaşmada ve uygar insan olmada kazanılması gereken değer ve bilinçler: Hakkaniyet “Haklıysan Güçlüsün”, Kişisel Bütünlük, İnsan Onuruna Saygı, Hizmet, Sevgi… Kısmetse bunları ayrı bir yazımızda inceleriz.
            Genel okumalar için bazı kavramlara hâkim olmak gerekir: Tez, sentez, antitez, sentez ve realizm romantizm, komünizm, faşizm, sosyalizm, nasyonal sosyalizm ne demek? Aslında bir kavram kargaşasına itildiğimiz ortamda kullandığımız bazı kavramların tanımını vererek bu yazının içeriğinde hangi anlamda kullanıldığını ortaya koymak gerekirdi sanırım. Ama kavramların tamamını almamız hem mümkün değil, hem de güttüğümüz maksadı aşar. Her çocuğun ve insanın bir okuma programı olması ve önceliklerinin olması gerektiğine inanıyorum. Böyle bir program için yol gösterici bulamayan insanlarda kaybetmiş sayılmaz Bilimsel mantık özümsenmişse her şey çözülür. Şu anda ortada olan her gerçekliğin bir süreçten geçtiğini, bir tarihinin olduğunu unutamamak gerekir. Her şey birdenbire olmadı (Sadece iki şey birdenbire oldu ve olur. Şimdilik bu konuya kafa yormadan geçelim). Hepsi bir birikimin sonucu. Tarihi bilmek anlamayı kolaylaştırır. Burada anlatmak istediğim savaşların tarihi değil. Güç mücadelesinin, düşüncenin, bilginin, sanatın, işin, insanlığın, medeniyetin tarihi.
            Günümüz dünyasına hâkim olan sembollerdir. Hani içinde bulunduğumuz çağ için diyorlar ya; uzay çağı, bilişim çağı vb. Bence Sembol Çağı, İletişim Çağı. İnsanlar ve teknoloji iletişimi semboller kullanarak sağlıyor. Sağ elin işaret ve orta parmağını ayrık olarak havaya kaldıran insan “zafer” diye bağırıyor. Sembol çarpıcı, vurucu; görmek sözden üstün.                -Görmenin de en üstününün gönül gözüyle görmek olduğuna inanıyorum. Zafer işaretinin kökenini araştırdığımızda parmakların şekli aslında “V” işareti(harf yapıyor. İngilizce'de Victoria(zafer) sözcüğünün baş harfi. (Bu işareti ilk kim, ne zaman kullanmış, kökeni nedir ve nasıl bir tarihsel gelişim geçirmiş çok önemli ama burada uzun uzun anlatamaya yer ayırmayalım.) Yaşananları zaman, mekân(yer), amaç ve gereksinim boyutuyla görmeli. O zamana, o yere göre değerlendirmek gerekir demeye çalışıyorum. Bir fanilanın üzerindeki etikette üçgen geometrik şeklin üzerindeki çarpı(X) sembolü görebiliyoruz. Bu çamaşır suyu kullanılmaz anlamına geliyor vb., vb. İnsanlar sembolleri, karayolu trafik işaretleri gibi artık tekörnekleştirmişler ve küreselleştirmişler. Kimse cep telefonlarından uzun uzadıya gülünç bulduğu şeyi anlatmaya çalışmıyor. Buna zamanını da yok. Karşı tarafa iletişimini bir sembolle iletiyor. İki nokta kapa parantez [ :) ] bitti… Önemli olan okunanlar da, görülenler de, söylenenler de kullanılan sembollerin anlamını çözmek. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru sembolün üzerine duyguları da yükleyerek kullanmak. Doğru iletişimi kurmak. Kendinle, kitabınla, görsel iletişim vasıtalarıyla karşısındakiyle… Kültürel, cinsiyet, satatü farklılıkları ve teknolojik yetersizlikler de eklenince iletişim kazaları da meydana gelebiliyor. Aslında dil de bir sembol, duyguların, iç dünyanın dışa vurumu. Ancak tek başına dil yalın kullanıldığında doğru iletişim tam anlamıyla kurulamaz. İnsanlar söylenenleri pek dinlemezler. Sözden çok sözü kullananın konuşma tonu daha kalıcı olur. Görmek isterler, karşısındakinin vücut diline daha çok önem verirler. Jestlerini, mimiklerini ön planda tutarlar.
            Bazı insanlar özlerini bulmak için duyularını aşırı uyarmak ya da duyularını mahrum bırakma metotlarını kullanmışlardır. Duyuların aşırı uyarılması semazenlerin(Mevlevi kültüründeki) bilincin kaybedildiği vecd durumuna kadar dönüp, dans etmeleri, Afrika savaşçılarının ve Karayip tarikat üyelerinin vahşice davullar ve ritmik el çırpma eşliğinde  çılgınca dans etmeleri, Hristiyan dindarların her yerlerinden kan çıkana kadar kendilerini kırbaçlatmaları, Hint fakirlerinin çivili yataklara uzanmaları, Zen ve Japon rahiplerin donmuş su ve çağlayanlar altında durmaları, Kızılderililerin güneş altında susuzluk çekmeleri, Tibetli arayıcıların karlı dağlarda çırılçıplak durmaları vb. sıralanabilir. Yoga felsefesi, meditasyon, transal meditasyon, vb. adı geçen teknikler de duyuların mahrum bırakılması ile öze ulaşma yöntemleridir. Bu teknikler duyuların geri çekilmesi ile başlar.
            İnsan olmanın doğasında hata yapmak vardır. Bir ideal olmanın ötesinde mükemmellik, hata yapmamak bir kavram olarak zaten bizatihi kendisi yanlış bir kavramdır. Kendine güveneceksin, açık olacaksın, hata yapmaktan korkmayacaksın. Unutma, çocuklar düşe kalka yürümeyi öğrenirler. “Önemli olan düşmek değil, düştüğünde kalkabilmektir.” Ama kanatlanmadan uçmakta açgözlülük değil de nedir sizce? İnsanlar yemek, içme, uyumak, üremek dürtüleriyle hareket ettiklerinde tıpkı hayvanlar gibidirler. İnsan yaşamında bilinçli davranış özel yaşantıdır. Söyleyemediklerimiz, yapamadıklarımız; söyleyip, yaptıklarımızdan binlerce kat daha fazla. İnsan beyninin kapasitesinin çok küçük bir kısmını kullanıyor. İnsan yaşamında duyduğu ihtiyaçları karşılayamazsa strese, gerileme girer. İhtiyaçlarını hemen karşılamayı alt benlik, dürtü ve enerjimizin kaynağı emreder. Benlik ise -dünyayı kavrama gerçeği, deneme ve kabul edilme sorumluluğundan doğmuştur- ihtiyaçları karşılarken düzen dışı davranışları göz önünde tutar. “Gerektiği yerde, gerektiği gibi, gerektiği zaman davranmayı öngörür.” Üst benlik; kültürün, toplumsal değerlerin, din ve ahlaksal değerlerin ve kurallarının oluşturduğu, bu değer ve kurallara göre işleyen, bunların koruyuculuğunu yapan bir sistemdir. Amannnn ben ne yapıyorum. Kafanızı iyice karıştırdım. Kısaca; her istediğimizi söyleyemeyiz, yapamayız !!! Her köşe başında satılan bazı temel psikoloji kitaplarında bunlar zaten var. Hayatı anlamak için ilk önce bunları öğrenmek gerekir sanırım.
            Biraz da felsefe yapalım… Felsefenin azı insanın dengesini bozabilir, tutarlılığını ortadan kaldırabilir. İnsan beynini hımmmm, şeyyyy gibi bilinmezlerin dipsiz kuyusuna atabilir. Anlayacağınız, tabiri caizse insanı dinden imandan çıkarabilir. Felsefenin maksadını, tarihini bilmeden felsefeye girmek çok tehlikeli olabilir. Gelin şimdi sizlere dilimin döndüğünce bildiğim kadarıyla felsefenin amacını ve tarihini kısaca anlatmaya çalışayım Ama önce felsefenin anlaşılır bir tanımını yaparak işe başlayalım. “Bilimlerin bilimi, hayatın ve evrenin özünü arayan disiplinler üstü bir disiplin.” şeklinde tanımlayabiliriz sanırım.
            Her şeyin bir kurucusu, mimari olduğu söylenir. Geometrinin kurucusu Öklit, mekaniğin kurucusu Arşiment (Hani şu hamamdan çırılçıplak fırlayan, buldum buldum, evreka…),  fiziğin kurucusu Galileo,  kimyanın kurucusu Claud Bernand. Ve… felsefenin babası THALES’tir.  
            “Kimse bilerek kötülük işleyemez” -Sokrates.  Solon der ki…: “Hiçbir şeyde aşırı olma.” “Kendini bil.” der Khilen.
             “Yaptığını düşün, çok dinle, yerinde konuş.” -Bias. Ne doğru söz ki: “Kendine kötülük hazırlar başkalarına kötülük hazırlayan.” -Hesiodos. İlk diyalektikçi(karşıt düşüncelerden doğruya ulaşma diyebiliriz.” Herakleitos: “Evrenin temeli değişimdir, akıştır. Aynı ırmağa iki kez giremezsin. Çünkü her girişinde üzerinden yeni sular geçer.” Burada kısa bir anektod aklıma geldi. Einstein öğrencilerine yazılı sınav yapmak üzere sınav kâğıtlarını dağıtır. Uyanık öğrencilerinden biri: “Hocam bu sorular geçen yıl sorulan sorular.” diye seslenir Einstein cevap verir. “Evet haklısın. Sorular geçen senenin soruları. Ancak, üzerinden bir yıl geçti. Sorular aynı sorular ama cevaplar değişti.” Diyalektiğin bilinen kurucusu ise Zenon’dur.  Evrenin ve yaşamın özü: Atomdur, sudur, havadır, ateştir, nimettir, sayılardır, birliktir, insandır derken şu söz çınlanır felsefe tarihinde: “Kendini tanı, erdem bilgidir.” –Sokrates.
            Kuşku? -“Düşünüyorum öyleyse varım.” -Descartes. Anlamak için inanıyorum.” der Anselmus. “Yanılıyorum öyleyse varım.” İnsanım insan…
            “Vahdet-i Vücut, Terk-i Dünya” der tasavvuf. İnkârın inkârcısıdır: Hegel.
            “ Can mülkün armağanı sensin
              Tendir bu cihan ki canı sensin" -Nesimi.

            “İlmelyakin(bilme), Aynelyakin(görme), Halkelyakin(olma)” der: Şeyh Bedrettin. “Mutluluk insan ruhunun kendisini artmasıdır, temizlemesidir, faal akla yönelmesidir; insan insanın kurdudur.” -Thomas Hobbes. “Anlayışın gücünde Tanrı’nın insanoğlunu değil; Tanrı’yı ve dünyayı insanoğlunun yarattığını” öne sürer Croce. Tarihçi bir yaklaşımla “mutlak tarihçilik” der.
            Marx'ın diyalektik materyalizmi… Simone de Beauvoir ve Sartre varoluşçudur. “İnsan varlığının bilincindedir”, “İnsan özgürlüğe mahkumdur.” der: Sarte.
            1960 kuşağı... bu sembol hatırlarsınız. Sembol sizlerde neyi çağrıştırıyor? “Barış, barış” diyerek bütün dünya gençliği ayağa kalkar. Hippiler, punkçular… Feng-Shui felsefesi der ki: Her iyi'nin içinde bir kötülük her kötülüğün içinde de biraz da olsa iyilik vardır. İyilik ve kötülük, Ying ve Yang birlikte bütünü oluşturur. Hadi düşünün, bu sembolün (   ҉   )  ne olduğunu, neyi anlatmak istediğini çözebilirsiniz. Çözemezseniz üzülmeyin. Bilimsel, araştırıcı mantığı kavradığınızda mutlaka çözersiniz. Anlayacağınız herkesin söyleyecek bir sözü varmış ve bir şeyler söylemiş…
            Felsefe sürekli bir hayır de iş aracılığı ile eveti bulmaya çalışmaktır. Evet bulunduğu zaman, onu irdeleyip eleştirerek aşmaya yönelmek, yeni yeni hayır deyiş aracılığı ile eveti bulmaya çalışmaktır.
            Kafalarınızı amma da karşıladım ha! Neyse sadete gelelim… Her şeyin sonu, özü hayat tecrübem ve okuduklarımın bende bıraktığı izlerle sizlere sesleniyorum. Sizlerle paylaşmayı sevdiğim için, bu borç bana yüklendiği için yazmaya çalışıyorum. Belki bir ışık alırsınız ve çıktığınız hayat yolunda zaman kazanırsınız. Her şeyin özü insanın huzur ve esenliği, insanın kendisini mutlu kılması. Bu ruh sağlığının öznel ölçütü. Başkalarıyla doğru iletişim kurmakta nesnel ölçütüdür. İnsan önce kendisiyle barışık olmalı, kendisiyle doğru iletişim kurmalı. Kimya okudunuz mu bilmiyorum ama en mükemmel bileşik: Kendinizsiniz. Bunu sık sık kendinize tekrarlayın. En mükemmel bileşik benim. Geçmişinizde boğuşmayın geleceğe bakın. Görebiliyorum; okuyucularım yaşamın özüne, huzur ve esenliğe ulaşacaklar.
            Bu anlattıklarım huzur ve esenliğe ulaşma yönünde belki ilk adım. Okuyacaksınız göreceksiniz dinleyeceksiniz belki hayata başka bir bakış açısıyla bakacaksınız. Din de insanlık için vardır, dünya da, evrende. Huzur ve esenliği yakalayacaksınız.

            İnsanlar huzur ve esenliği yakalamak için çok mütevazı yaşamalı. “Basit yaşa ki başkaları da var olabilirsin.” -Gandi. Heyecanı sanatta, resimde, şiirde, müzikte aramalı. Kişi; kendisiyle, diğer insanlarla, sair yaratıklarla, çevresiyle barışık olmalı, uyumlu olmalı. Esen kalın, huzur içinde yaşayın.

30 Mayıs 2016

Güvenlik ve Gelişim

2003, Kars


        Güvenlik, insanlarda doğal bir dürtü ve temel bir fiziksel ihtiyaç olarak kendini gösterir. Yaşamını sürdürme, daha da genişletirsek yaşanılan zaman diliminde ve gelecekte varlığını sürdürmek ve var olabilmek.
          Âdem babamız ile Havva anamızın çocukları Habil’le Kabil’den bu yana insanlar birbirini öldürüyor. Bu konu birçok kutsal kitabın içeriğinde ayrıntısıyla yer alıyor. Kabil, neden öldürdüğü bizim inceleme alanımıza girmiyor ama temelde kıskançlık yüzünden diğer kardeşi Habil’i öldürür. İnsanoğlunun çamurdan yaratıldığı için midir nedir bilinmez hep bir kötü tarafı vardır. Diğer yandan eğer dünyada kötü, kötülük olmasaydı iyinin iyi olduğu, nasıl anlaşılabilirdi ki? Bu olayı toplumların, ulusların boyutuna taşırsak sonuçta kavgalar ve savaşlarla dolu dünya gerçeği karşımızda anlam buluyor. Dolayısıyla Habil’le Kabil’den bu yana savaşlar var diyebiliriz. Bugün yeryüzünde örgütlenmiş toplumların, devletlerin kendi güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaları için bir kuvveti, ordusu, silahlı kuvveti var. Tarafsız statüde bulunan İsviçre’nin halen görevde bir ordusu bulunmasa da iyi bir seferberlik, yani barış durumundan savaş koşullarına geçişe yönelik sistematik bir hazırlığı olduğu, örgütlendiği biliniyor. Askerlik çağında bulunan eli silah tutan vatandaşlarının evinin bir köşesinde silahı, teçhizatı hazır ve gerektiğinde teçhizatını kuşanıp, silahını alarak kendi silahlı kuvvetlerinin içinde görev alabiliyor.
       Ülkeler için güvenlik bir ihtiyaç ve var olabilmenin bir koşulu. Aynı zamanda bazı araştırmacılar tarafından vatandaşının güvenliğini sağlaması devletin temel unsurları arasında gösteriliyor.
            Bizde ve dünyada tarih denilince maalesef hep savaşların tarihi akla geliyor. Kimle kim savaşmış, sonunda kim galip gelmiş, hangi anlaşmalar yapılmış falan, filan… Bu güne kadar aldığım örgün eğitim boyunca ve girdiğim sınavlarda hep bu konularla karşılaştım ve bu konuların cevaplarını bir papağan gibi ezberlemek zorunda kaldım. Savaşlar aslında bir sonuç. Esas işlenmesi gereken güç unsurlarının mücadelesi, paylaşımın savaşı, var olabilme savaşı. Aslında esas olan savaşların, güç mücadelesinin tarihi değil: İşin tarihi! İlk ateşi kim bulmuş, tekerleği kim icat etmiş, yazıyı kim bulmuş? Bunlar çok önemli. Benim için en önemli buluş; geçmişte tekerlek, günümüzde ise internet. Tekerlek ve internet sayesinde insanlar bir yerlerden bir yere daha kolay ulaşmış, bilgi ve kültürlerini paylaşmışlar. Paylaşma ve ortak aklın gelişimi ile medeniyetin gelişimi de hızlanmıştır. Bugünkü insanlık medeniyeti, paylaşım ve birikimin bir eseri. İlk insandan bu yana tarihsel süreçte yaşayan her bir kişinin yaşadığımız medeniyete az ya da çok katkısı var. Bu katılım ile bilgi ve hayata yönelik uygulamalar birike birike bu günkü uygarlığa ulaşmıştır. Hiçbir şey birden bire var olmadı ve olmazda. İletişim ve paylaşım arttıkça insanoğlu daha da artan bir ivmeyle gelişmeye devam ediyor.
            İş, emek kutsaldır ve bu kutsallığa atfen bugün eğitim sistemimiz içinde önemli bir yeri olan işe yönelik eğim kurumlarına karşı büyük bir sempati duyuyorum. Yani meslek liseleri, halk eğitim merkezleri, çıraklık eğitim merkezleri vb.
            Cumhuriyet tarihinde Kurtuluş Savaşı’ndan sonra verilen medeniyet savaşında, cehaletle savaşta, yoksulluğun yenilmesinde o dönemin koşullarına göre büyük bir devrim sayılabilecek olan Köy Enstitüleri büyük bir yer tutar. Yazık ki siyasi bazı çekişmeler ve yozlaşma bu çok faydalı eğitim kurumlarının kapanması ile sonuçlandı. Topluma kattığı olumlu çalışmalar ve yetiştirdiği değerler tartışılmaz. Bazı sorunları da içinde barındırdığı konuşulmakla birlikte bu günden bakarak değerlendirmek bizi bir sonuca götürmez.
            Yaşananları tarih, zaman, mekân  (yer), amaç ve gereksinim boyutu ile görmeli. Köy Enstitüleri de değerlendirilirken bu bakış açısı gözden kaçırılmamalı diye düşünüyorum.
            Yukarıda anlatılanların ışığında “Millî Güvenlik” kavramını kısa ve öz olarak; “Bir örgütlü toplumun ve devletin varlığını sürdürmesi ve geleceğini sağlaması için alınan tüm tedbirler diye tanımlayabiliriz.”
            Ülkemizde millî güvenlik denilince nedense akıllara ilk önce tek tip kıyafet (üniforma), askerler gelir. Oysa millî güvenlik çok boyutlu bir kavram. Millî güvenlik kavramının içerisinde siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel boyutlar da var. Görüldüğü gibi askerî boyut sadece konunun bir yönüdür. Yanlış bir algıyla millî güvenlik denilince askerler akla geldiği gibi, millî güvenlikten de askerlerin sorumlu olduğu düşünülür.
            Millî güvenlik, millî güç unsurlarının etkin ve verimli kullanılmasıyla sağlanır. Millî güç unsurları ise siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel, askerî, nüfus ve demografik güç, bilimsel ve teknolojik güç, coğrafi güçtür. Bu unsurlar, eşgüdüm halinde ve bir hedef doğrultusunda kullanılmasıyla hedefe ulaşılır. Unutulmamalıdır ki Montaigne’nin dediği gibi “Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez.”
            Ülkeler açısından konuya baktığımızda millî güç unsurlarını halk adına kullanan ve yöneten güç, erk millî güvenlikten sorumludur. Bu erk, anayasamıza göre yürütme kuvveti, yani cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur.
Daha Cumhuriyet’in kuruluşunda ülkenin refahı ve kalkınması, halkın gönenci için millî güvenlik üzerinde durularak; bu alandaki en önemli bakanlıkların isminin başına millî sözcüğü konulmuştur: Millî Savunma Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı.
Her insanın bir hedefi olmalı ve bu hedef doğrultusunda yaşamına yön vermeli. Çünkü yaşam enerjisinin kaynağı ve yaşama anlam katan hedeflerdir. İşte insanların hedefleri olduğu gibi toplumların ve devletlerin de bir hedefi olmalı ve tüm ulusa mal edilmeli. Türk ulusu için ana hedef Önder Atatürk tarafından verilmiştir. Bu hedef: “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve bu düzeyin üzerine çıkmak.” Ancak bu ana hedef altında stratejik yönetimin de bir gereği olarak siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel, askerî, nüfus ve demografik hedefler, bilimsel ve teknolojik hedefler somut olarak ortaya konulmalı. Bu alt hedefler, ana hedef ışığında ve onunla aynı doğrultuda olmalı. Bu alt hedeflerin altında lego mantığıyla daha alt seviyede hedefler ve onun altında proje ve faaliyetler yer almalı. Esas olan ana hedefi ortaya koymak ve ulusa mal etmektir, gerisi kolay. Ana hedefin altı bir irade ortaya konulmuşsa yolda da doldurulur. 
Atatürk döneminde bu konuda güzel örnekler verilerek kısa sürede Türkiye uygarlık dünyasında hak ettiği yeri almıştır. Sonra ne olduysa hedefsiz kalınmış ve bir geriye gidiş başlamıştır. Burada olumsuzluk yaymak da istemiyorum. Öte yandan aslında bir gelişmede yok değil. Ama bu gelişme istenen düzeyde değil ve çok yavaş. Bazı ülkeler ise büyük bir ivme ile gelişiyor ve insanlarına daha iyi hizmet ve refah sunuyor. Karşılaştırınca bu ivmenin yanında bizim gelişmemiz yetersiz kalıyor ve aradaki gelişmişlik makası her geçen gün açılıyor. Bu durum bize önderimiz Atatürk tarafından verilmiş olan “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve bu düzeyin üzerine çıkmak”  hedefine ulaşmamızı engelliyor.
Bugün dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin o toplumun önderleri millî hedefini bilir, ortalama vatandaş da çalışması ile ülkesinin hedeflerine hizmet ettiğine inanır. Japonlar Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombaları sonucunda kaybettikleri II. Dünya Savaşı’ndan çıktıkları zaman hedeflerini belirleyerek hep birlikte and içmişler: Japonya ekonomisi 100 yıl sonra ABD ekonomisinden daha güçlü olacak. Gün gelecek Japon yeni, ABD dolarından daha değerli olacak. Bugün örnek olarak Malezya da, 20 yıl sonra dünyanın en zengin beş ülkesi arasına girmeyi hedeflemiş ve insanlarını bu hedefe yönlendirmiş. 20 yıl, 100 yıl insan yaşamı için uzun bir süre ancak ülkelerin tarihi için bu çok kısa bir zaman dilimi.
Zamanında ülkeyi demir ağlarla örmek nasıl bir hedef olarak verilmişse şimdi de buna benzer hedefler belirlenmeli. Örneğin Van Gölü ve çevresini gelişmişlik ve sanayi açısından ikinci bir Marmara Denizi haline getirmek, her türlü eğitim ihtiyaçlarını ücretsiz karşılamak vb. Bu hedefler, bir yerde millî güç unsurlarının fonksiyonel bölümlendirmesinin yapıldığı bakanlıklar düzeyinde rahatlıkla ortaya konulabilir. Daha sonra bu hedefler altında alt hedefler belirlenebilir ve bu hedeflerin sorumluluğu için bakanlık birimleri görevlendirilebilinir. Türkiye’de başarısı kanıtlanan bölgesel kalkınma modelleri de stratejik hedefler hiyerarşisinde yer alabilir.
Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından Çetin Altan’ın düşü olan köylülerin tenis oynaması, belki hayali gibi görünse de bir hedef olarak konulabilir. Hedeflerin smart olması önemli ama hedefsizlik daha da kötü bir şey. Öte yandan her şey hayalle başlar. Kaldı ki  köylülere tenis oynatmak için tenis sahalarının yapılması inşaat sektörüne canlılık kazandırabilir. Köylülere yönelik tenis raketi tasarımı spor malzemesi üreten firmaları araştırma ve geliştirme faaliyetlerine sevk ederek daha hafif, daha dayanıklı ve daha ucuz malzemelerin geliştirilmesine yol açabilir. Geliştirilen teknoloji örneğin otomotiv sektöründe de kullanılarak gelişme yayılabilir. Bu örnekleri Kenedy’nin ulusuna uzaya çıkma hedefi örneğinde olduğu gibi çoğaltmak mümkün. Yeter ki hedef belirlenip o hedef doğrultusunda bilimin yol göstericiliğinde yılmadan çalışılsın.
Benim beş yaşında bir oğlum var adı: Burak. Uzakdoğu sporlarına çok meraklı. Burak, evde teak-wando, kung-fu, aikido yapıp hepimizin canına okuyor. İşte öykü bu ya, Burak’ın bir benzeri de Japonya’da yaşıyormuş: Burakito. Burakito, küçüklükten itibaren teak-wandoya merak salmış. İlla ben teak-wandocu olacağım, dünya şampiyonu olacağım. Evde bakmışlar olmuyor en sonunda annesi babası Burakito’yu bir kursa yazdırmışlar. Burakito sevinçten havalara uçuyor, var gücüyle çalışıyormuş. Gel zaman git zaman kader kötü ağlarını örmüş ve Burakito kötü bir kaza geçirmiş. Burakito maalesef sağ kolunu kaybetmiş. Bundan sonra Burakito için hayat zehir olmuş. İçine kapanık, kimseyle konuşmayan, çevresiyle ilgilenmeyen bir çocuğa dönüşmüş. Bu durum Burakito’nun okulunda derslerinin kötüleşmesine de sebep olmuş. Bu duruma çok üzülen anne ve babası oyalansın diyerek teak-wando kursuna yeniden göndermeye karar vermişler ve O’nu ikna etmişler.  Burakito’nun hocası, Burakito’nun tekrar kursa dönmesine çok sevinmiş ve O’nu yakın takibe alarak sıkı bir şekilde çalıştırmaya devam etmiş. Burakito’yu tek bir hareket üzerinde yoğunlaştırmış ve aynı tekniği defalarca tekrarlamasını sağlamış. Hep aynı hep aynı hareket bir süre sonra Burokito’yu sıkmaya başlamış ve durumu hocasına açmış. Hocası: “Bu hareketi dünyada en hızlı ve en doğru yapana kadar çalışmaya devam edersen dünya şampiyonu olabilirsin.” demiş. Burokito sözün ikinci yarısını pek anlayamamış ama bir şekilde azimle çalışmaya devam etmiş. Derken dünya şampiyonası zamanı gelmiş çatmış. Hocası yarışmalara Burokito’yu da götüreceğini söylemiş. Burokito bu söz karşısında kulaklarına inanamamış, biraz da kırılmış. Hocam herhalde bana acıyor, avunmam için beni de götürüyor diye düşünmüş. Hocası ise sürekli tekrarlıyormuş: “Çok çalışın, kendinize güvenin gerisi gelir.” Derken, yarışmaların yapılacağı salona gelinmiş. Dev bir salon, seyirciler müthiş, herkes çok heyecanlı. Burakito ilk maçına çıkmış ve daha maçın ilk saniyelerinde tek bir hareket ve rakibi yerde. Burakito buna inanamamış ama müsabakalara da devam etmiş. İkinci, üçüncü karşılaşma derken Burakito bir anda finale yükselmiş. Burakito bu duruma şaşmış kalmış. Hocasına çıkmış: “Hay Sensei. Beni mazur görün. Buraya kadar geldim. Herhalde ben bir rüyadayım ya da bu bir şans olsa gerek. Dünya şampiyonu olmam mümkün değil, hem de bütün dünyaya rezil olmak istemiyorum. Artık şampiyondan çekilmek istiyorum.” Hocası Burakito’yu silkeleyerek: “Titre ve kendine gel. Çok çalıştın, kendine güven, çık mindere merak etme gerisi gelir.” Hocasının motivesiyle Burakito final maçına çıkar. Salondan çıt çıkmıyor. Herkes maça kilitlenmiş, heyecan had safhada. Derken müsabaka başlar ve Burakito’dan yine tek hareket ve Burakito dünya şampiyonu. Burakito omuzlarda, salon alkıştan, tezahürattan inliyor. Burakito ise sevinçten, hedefine ulaşmanın mutluluğundan havalara uçuyor.  Burakito madalya töreni sonrasında hocasının yanına gelir ve: “Hocam size minnettarım, hala inanamıyorum. Ben dünya şampiyonu oldum. Peki, ama tek kolla nasıl oldu?” Hocası cevap verir: “Burakito, birincisi sen çok çalıştın, sonuçta bu hareketi dünyada en hızlı ve en iyi yapan durumuna geldin. İkincisi, kendine güvendin ve mindere çıktın. Üçüncüsü, bu hareketten tek bir kurtulma, savunma tekniği vardır, o da rakibinin senin sağ kolunu tutmasıydı.” Sonuç olarak fazla söze ne hacet. Hedefimizi ortaya koyarsak, bu hedef doğrultusunda bir program dâhilinde yılmadan çalışırsak ve kendimize güvenirsek ve de karşımıza çıkan engelleri  akıllıca aşarsak ulaşamayacağımız hedef yok.
İnsanın her zaman kendisine saygısı olmalı. Kendine saygı, ruhsal denge ve huzurun ilk çıkış noktası bence. Kendine saygı üzerine çalışma ve emekle kendine güven inşa edilir. Kendine güven de başarıyı getirir. Bütün bunlar için insanda var olması gereken temel değer; kişilik, kişisel bütünlüktür. Prof.Dr.Devlet Bahçeli’ye atfedilen kişilik üzerine güzel bir hikaye var. Öğrenciler dersine girecekleri hocayı beklerken, sürü psikolojisine uyarak çok gürültü yapar ve çevreyi rahatsız eder. Bu arada orada bulunan Bahçeli, amfiye girer ve sertçe masaya çantasını bırakarak öğrencilerin dikkatini toplar. Oluşan sessizlikte tahtaya kocaman “bir” rakamı çizer. “Bu kişiliktir. Üniversiteyi bitirirsiniz yanına bir ‘sıfır’ koyarsınız, lisansüstü eğitim yaparsınız bir ‘sıfır’ daha koyarsınız. Çalışma hayatına atılırsınız yeni ‘sıfırlar’ eklersiniz. Bu artar gider.” Daha sonra eline silgiyi alarak “bir” rakamını siler. “Bir kişiliktir, o olmazsa geriye kalanların, emeklerinizin hiçbir anlamı ve değeri yoktur.”
Kendimize, milletimize güvenmemizi sağlayan değerlerimiz aslında tarihimizin sayfalarında saklı. Atatürk gençliğe seslenirken: “Muhtaç olduğun kudret damarlarında asil kanda saklı.” diyerek bunu çok güzel ortaya koymuş. Çarpıcı bir örnek olduğu için burada temizlik konusuna değinmek istiyorum. Biz Türklerin Orta Asya’dan beri temizlik kültürü var. Hamamların, banyoların yaşantımızda ayrı bir yeri vardır. Bu konuyla ilgili birçok atasözü, deyim ve halk hikayesi tarzı öykü kültürümüze girmiş. Bu satırları yazarken Kars’ta yaşıyorum. Bakıyorum sağıma soluma her köşe başında özellikle Osmanlıdan kalma bir hamam. Nüfusla orantılıyorum, nerede ise her yirmi kişiye bir hamam. Kadınlara ayrı, erkeklere ayrı saatler vs., vs. Bizde tarihten bu  yana akan su kültürü ile temizlenme, hamam kültürü varken Batı’nın bizden oldukça geride yola çıktıkları görülüyor. Ama geldiğimiz noktada sanırım onlar bizden hayli ilerdeler. İronik olanı kokuları kolanya ile bastırma hikayesi, yani Köln şehrinin isminin kaynağı, parfüm sektöründe Batı’nın başı çekmesi, Louvre Sarayında tuvaletin olmaması ve buradan türemiş “tüy dikme” deyimi varken, mevcut durumun adımıza pek iç açıcı olmaması.
İnsanların bir hedefi varsa veya bir hedefe hizmet ettiğine inandırabilirseniz kontrol etme ihtiyacı azalır. İnsanların öküz arabalarında kullanılan öğendire misali dürtülmeye ihtiyacı yoktur ama motive edilmeye ihtiyacı vardır. Hedef konur ve bu yolda bir irade konulup yürünürse, mehter takımı gibi iki ileri bir geri yapmaya ya da Temel ve Dursun’un vurdukları geyiği köye taşıyacağım derken sağdan soldan sözlere kanıp, geyiği etin lezzeti bozulmasın diye kuyruğundan çekerek taşımaları sonucunda köyden uzaklaşmaları gibi bir durumla ya da hedefine koşan kurbağaya dışarıdan moral bozucu, kötümser söylemlere kurbağa gibi yaklaşıp, sadece ve sadece hedefe koşularak başarı kazanılabilir.
Hedef yolunda engellerde olacaktır. Yolda sizi yalnız bırakanlar da olacaktır. Hatta tökezleyip düşmek de olacaktır. Ama “Önemli olan düşmek değil, düştüğün zaman kalkabilmektir.” Çoban ve sürüsü hikâyesini aklımızdan hiç çıkarmayalım. Kin ve öç duyguları ile dolup M.Necati Sepetçioğlu’nun hikâyesinde geçen yılan misali, demirciden değil de törpüden intikam almaya çalışarak kendimize zarar vermeyelim.
Sonuç olarak; hem kişiler hem de toplum ve uluslar için güvenlik ancak ve ancak gelişimle sağlanabilir. Gelişim için hedef odaklı çalışmak en doğru yöntemdir. “Birbirimize vereceğimiz işaret ileri, daima ileridir.” 

24 Ocak 2016

Ortak Platform - Sözlük 7

Dilimiz:
X Ben değil                                       ü Biz               
X Kıran, bölen değil                          ü Birleştiren
X Yargılayan değil                            ü Düşünceyi geliştiren
X Çatal (ikiyüzlü, riyakar) değil                   ü Samimi, içten
                                                         ü Açık


Ortak Platform - Toplum Sözleşmesi



 
Toplum Sözleşmesi

- Kendini bu topraklara ve bu topluma ait gören bir bireyim.
- Olumsuzluklarda benim de az/çok payımın olduğunun farkındayım ve gelecek için aydınlanmanın tarafını seçiyorum.
- Çocuklarımız için daha güzel bir gelecek kurmak için kendime ve toplumuma aşağıdaki konularda söz veriyorum:
  + Hareketimizin vizyonu ışığında, değerlerimize sadık kalarak amacımız doğrultusunda kendimden başlayarak harekete geçeceğim,
  + Aklımı kullanma cesaretini göstereceğim,
  + Kimseye minnet duymayacağım, biat etmeyeceğim,
  + Dürüstlük, doğruluk, insancıllık, adalet ve demokrasiden yana taraf olacağım,
  + Kişisel, siyasi çıkarlardan önce toplumun çıkarlarını gözeteceğim,
  + Fiziksel ve akıl gücümle, gönlümle içinde bulunduğum topluma katkı sağlayacağım,
  + Paylaşacağım, ben değil biz olmak için samimiyetle çalışacağım,
  + Sağlıklı yapının kurulmasını talep edip, takip edeceğim,
  + Haksızlığa, zulme karşı direneceğim,
  + Daha güzel bir gelecek için biz olup hep birlikte yürüyeceğiz.
                                                                    Dijital İmza
                                                                (Kişisel Bilgiler)

(Bu sözleşmeyi dijital olarak onaylayan herkes bu platformun gönüllüsü olur.)

Ortak Platform - Sözlük 6




Direnmek:
- Dik durmaktır (Kimseye minnet duymayacağız, biat etmeyeceğiz.),
- Ses vermektir,
- Demokratik tepki vermektir,
- Pasif direniş göstermektir (Asla saldıran değil, sadece ve sadece savunan.),
- Şiddet kullanmamak ve şiddeti olumlamamaktır (Şiddet çözüm olamaz.),
- Yan yana durmak ve birlikte yürümektir.

"Zulüm karşısında direnmek haktır."
(Şiddetin bazen geçici çözüm getirdiği görülse de şiddet asla kabullenilemez.Getirdikleri kötülükler kalıcıdır.)

Ortak Platform - Sözlük 5



Sağlıklı Yapı:
Kültürlerden beslenen (olumlu/olumsuz)(Lego kültürü/lego inançtan da esinenen);
- Kendisine ve çevresine zarar vermeyen (Duyarlı aydın bireyler),
- Topluma olumlu katkı sağlayan (katkı koyun!),
 ( Bireylerle herşey başlar, her yanlışa biz de ortağız, ben hata yaptım deyip hatasından ders alanlardan olacağız.)
- Değerlerin hâkim olduğu,
 (Değerlerimiz olmazsa olmazlarımızdır. Dünyamızı aydınlatan güneştir. Olmadan yola çıkamayız.) 
- Sağlıklı yapılanmış.

Sağlıklı Yapılanma:
Yukarıdaki çerçevede; 
- İnsan odaklı,
- Adil (ayrımcılığın olmadığı) ve dengeli,
- Şeffaf,
- Özeleştiri kültürünün hâkim olduğu (Özeleştiri teşvik edilmeli, özeleştiri yapanlara karşı tutum geliştirilmesine izin verilmemeli.)
- Katılımcı demokrasinin işletildiği,
- Etkili ve verimli,
- Hesap verebilir,
- Kendini yenileyebilen

Ortak Platform - Sözlük 4



Lider (Hareketin bir lideri de olmak zorunda değil.):

X Otoriter değil
X Formel yollardan seçilmiş değil
X Gücü kullanan değil
X Statüsü kalıcı değil
X Yöneten değil
X Dayatan değil

ü Bilge kültüründen gelen 
ü Doğal gelişimle ortaya çıkmış
ü Motive edebilen (Güdüleyebilen-yönlendirebilen)
ü Şekillendirebilen
ü Uyumu sağlayan
ü Hesap verebilen
ü Hep kaymağını yemeyen
ü İçimizden Biri


Hiç Kimse Görmek İstemeyen Biri Kadar Kör Olamaz!

  Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna inanan, bu nedenle de yemek yemeyen ve hiçbir yaşamsal faaliyete katılmayan bir akıl hast...