2003,
Kars
Güvenlik, insanlarda doğal bir dürtü ve temel bir
fiziksel ihtiyaç olarak kendini gösterir. Yaşamını sürdürme, daha da
genişletirsek yaşanılan zaman diliminde ve gelecekte varlığını sürdürmek ve var
olabilmek.
Âdem
babamız ile Havva anamızın çocukları Habil’le Kabil’den bu yana insanlar
birbirini öldürüyor. Bu konu birçok kutsal kitabın içeriğinde ayrıntısıyla yer
alıyor. Kabil, neden öldürdüğü bizim inceleme alanımıza girmiyor ama temelde
kıskançlık yüzünden diğer kardeşi Habil’i öldürür. İnsanoğlunun çamurdan
yaratıldığı için midir nedir bilinmez hep bir kötü tarafı vardır. Diğer yandan
eğer dünyada kötü, kötülük olmasaydı iyinin iyi olduğu, nasıl anlaşılabilirdi
ki? Bu olayı toplumların, ulusların boyutuna taşırsak sonuçta kavgalar ve
savaşlarla dolu dünya gerçeği karşımızda anlam buluyor. Dolayısıyla Habil’le
Kabil’den bu yana savaşlar var diyebiliriz. Bugün yeryüzünde örgütlenmiş
toplumların, devletlerin kendi güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaları için bir
kuvveti, ordusu, silahlı kuvveti var. Tarafsız statüde bulunan İsviçre’nin
halen görevde bir ordusu bulunmasa da iyi bir seferberlik, yani barış
durumundan savaş koşullarına geçişe yönelik sistematik bir hazırlığı olduğu,
örgütlendiği biliniyor. Askerlik çağında bulunan eli silah tutan
vatandaşlarının evinin bir köşesinde silahı, teçhizatı hazır ve gerektiğinde teçhizatını
kuşanıp, silahını alarak kendi silahlı kuvvetlerinin içinde görev alabiliyor.
Ülkeler
için güvenlik bir ihtiyaç ve var olabilmenin bir koşulu. Aynı zamanda bazı
araştırmacılar tarafından vatandaşının güvenliğini sağlaması devletin temel
unsurları arasında gösteriliyor.
Bizde
ve dünyada tarih denilince maalesef hep savaşların tarihi akla geliyor. Kimle
kim savaşmış, sonunda kim galip gelmiş, hangi anlaşmalar yapılmış falan, filan…
Bu güne kadar aldığım örgün eğitim boyunca ve girdiğim sınavlarda hep bu
konularla karşılaştım ve bu konuların cevaplarını bir papağan gibi ezberlemek
zorunda kaldım. Savaşlar aslında bir sonuç. Esas işlenmesi gereken güç unsurlarının
mücadelesi, paylaşımın savaşı, var olabilme savaşı. Aslında esas olan
savaşların, güç mücadelesinin tarihi değil: İşin tarihi! İlk ateşi kim bulmuş,
tekerleği kim icat etmiş, yazıyı kim bulmuş? Bunlar çok önemli. Benim için en
önemli buluş; geçmişte tekerlek, günümüzde ise internet. Tekerlek ve internet
sayesinde insanlar bir yerlerden bir yere daha kolay ulaşmış, bilgi ve
kültürlerini paylaşmışlar. Paylaşma ve ortak aklın gelişimi ile medeniyetin
gelişimi de hızlanmıştır. Bugünkü insanlık medeniyeti, paylaşım ve birikimin bir
eseri. İlk insandan bu yana tarihsel süreçte yaşayan her bir kişinin
yaşadığımız medeniyete az ya da çok katkısı var. Bu katılım ile bilgi ve hayata
yönelik uygulamalar birike birike bu günkü uygarlığa ulaşmıştır. Hiçbir şey birden
bire var olmadı ve olmazda. İletişim ve paylaşım arttıkça insanoğlu daha da
artan bir ivmeyle gelişmeye devam ediyor.
İş,
emek kutsaldır ve bu kutsallığa atfen bugün eğitim sistemimiz içinde önemli bir
yeri olan işe yönelik eğim kurumlarına karşı büyük bir sempati duyuyorum. Yani
meslek liseleri, halk eğitim merkezleri, çıraklık eğitim merkezleri vb.
Cumhuriyet
tarihinde Kurtuluş Savaşı’ndan sonra verilen medeniyet savaşında, cehaletle
savaşta, yoksulluğun yenilmesinde o dönemin koşullarına göre büyük bir devrim
sayılabilecek olan Köy Enstitüleri büyük bir yer tutar. Yazık ki siyasi bazı
çekişmeler ve yozlaşma bu çok faydalı eğitim kurumlarının kapanması ile
sonuçlandı. Topluma kattığı olumlu çalışmalar ve yetiştirdiği değerler
tartışılmaz. Bazı sorunları da içinde barındırdığı konuşulmakla birlikte bu
günden bakarak değerlendirmek bizi bir sonuca götürmez.
Yaşananları
tarih, zaman, mekân (yer), amaç ve
gereksinim boyutu ile görmeli. Köy Enstitüleri de değerlendirilirken bu bakış
açısı gözden kaçırılmamalı diye düşünüyorum.
Yukarıda
anlatılanların ışığında “Millî Güvenlik” kavramını kısa ve öz olarak; “Bir
örgütlü toplumun ve devletin varlığını sürdürmesi ve geleceğini sağlaması için
alınan tüm tedbirler diye tanımlayabiliriz.”
Ülkemizde
millî güvenlik denilince nedense akıllara ilk önce tek tip kıyafet (üniforma),
askerler gelir. Oysa millî güvenlik çok boyutlu bir kavram. Millî güvenlik
kavramının içerisinde siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel boyutlar da var.
Görüldüğü gibi askerî boyut sadece konunun bir yönüdür. Yanlış bir algıyla millî
güvenlik denilince askerler akla geldiği gibi, millî güvenlikten de askerlerin
sorumlu olduğu düşünülür.
Millî
güvenlik, millî güç unsurlarının etkin ve verimli kullanılmasıyla sağlanır.
Millî güç unsurları ise siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel, askerî, nüfus
ve demografik güç, bilimsel ve teknolojik güç, coğrafi güçtür. Bu unsurlar,
eşgüdüm halinde ve bir hedef doğrultusunda kullanılmasıyla hedefe ulaşılır.
Unutulmamalıdır ki Montaigne’nin dediği gibi “Hedefi olmayan gemiye hiçbir
rüzgâr yardım edemez.”
Ülkeler
açısından konuya baktığımızda millî güç unsurlarını halk adına kullanan ve
yöneten güç, erk millî güvenlikten sorumludur. Bu erk, anayasamıza göre yürütme
kuvveti, yani cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur.
Daha Cumhuriyet’in
kuruluşunda ülkenin refahı ve kalkınması, halkın gönenci için millî güvenlik
üzerinde durularak; bu alandaki en önemli bakanlıkların isminin başına millî
sözcüğü konulmuştur: Millî Savunma Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı.
Her insanın bir hedefi
olmalı ve bu hedef doğrultusunda yaşamına yön vermeli. Çünkü yaşam enerjisinin
kaynağı ve yaşama anlam katan hedeflerdir. İşte insanların hedefleri olduğu
gibi toplumların ve devletlerin de bir hedefi olmalı ve tüm ulusa mal edilmeli.
Türk ulusu için ana hedef Önder Atatürk tarafından verilmiştir. Bu hedef: “Çağdaş
uygarlık düzeyine ulaşmak ve bu düzeyin üzerine çıkmak.” Ancak bu ana hedef
altında stratejik yönetimin de bir gereği olarak siyasi, psiko-sosyal,
ekonomik, kültürel, askerî, nüfus ve demografik hedefler, bilimsel ve
teknolojik hedefler somut olarak ortaya konulmalı. Bu alt hedefler, ana hedef
ışığında ve onunla aynı doğrultuda olmalı. Bu alt hedeflerin altında lego
mantığıyla daha alt seviyede hedefler ve onun altında proje ve faaliyetler yer
almalı. Esas olan ana hedefi ortaya koymak ve ulusa mal etmektir, gerisi kolay.
Ana hedefin altı bir irade ortaya konulmuşsa yolda da doldurulur.
Atatürk döneminde bu
konuda güzel örnekler verilerek kısa sürede Türkiye uygarlık dünyasında hak
ettiği yeri almıştır. Sonra ne olduysa hedefsiz kalınmış ve bir geriye gidiş
başlamıştır. Burada olumsuzluk yaymak da istemiyorum. Öte yandan aslında bir
gelişmede yok değil. Ama bu gelişme istenen düzeyde değil ve çok yavaş. Bazı
ülkeler ise büyük bir ivme ile gelişiyor ve insanlarına daha iyi hizmet ve
refah sunuyor. Karşılaştırınca bu ivmenin yanında bizim gelişmemiz yetersiz
kalıyor ve aradaki gelişmişlik makası her geçen gün açılıyor. Bu durum bize
önderimiz Atatürk tarafından verilmiş olan “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve
bu düzeyin üzerine çıkmak” hedefine
ulaşmamızı engelliyor.
Bugün dünyanın hangi
ülkesine giderseniz gidin o toplumun önderleri millî hedefini bilir, ortalama
vatandaş da çalışması ile ülkesinin hedeflerine hizmet ettiğine inanır. Japonlar
Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombaları sonucunda kaybettikleri II. Dünya
Savaşı’ndan çıktıkları zaman hedeflerini belirleyerek hep birlikte and
içmişler: Japonya ekonomisi 100 yıl sonra ABD ekonomisinden daha güçlü olacak.
Gün gelecek Japon yeni, ABD dolarından daha değerli olacak. Bugün örnek olarak Malezya
da, 20 yıl sonra dünyanın en zengin beş ülkesi arasına girmeyi hedeflemiş ve
insanlarını bu hedefe yönlendirmiş. 20 yıl, 100 yıl insan yaşamı için uzun bir
süre ancak ülkelerin tarihi için bu çok kısa bir zaman dilimi.
Zamanında ülkeyi demir
ağlarla örmek nasıl bir hedef olarak verilmişse şimdi de buna benzer hedefler
belirlenmeli. Örneğin Van Gölü ve çevresini gelişmişlik ve sanayi açısından
ikinci bir Marmara Denizi haline getirmek, her türlü eğitim ihtiyaçlarını
ücretsiz karşılamak vb. Bu hedefler, bir yerde millî güç unsurlarının
fonksiyonel bölümlendirmesinin yapıldığı bakanlıklar düzeyinde rahatlıkla
ortaya konulabilir. Daha sonra bu hedefler altında alt hedefler belirlenebilir
ve bu hedeflerin sorumluluğu için bakanlık birimleri görevlendirilebilinir.
Türkiye’de başarısı kanıtlanan bölgesel kalkınma modelleri de stratejik
hedefler hiyerarşisinde yer alabilir.
Gençlik ve Spor
Bakanlığı tarafından Çetin Altan’ın düşü olan köylülerin tenis oynaması, belki
hayali gibi görünse de bir hedef olarak konulabilir. Hedeflerin smart olması
önemli ama hedefsizlik daha da kötü bir şey. Öte yandan her şey hayalle başlar.
Kaldı ki köylülere tenis oynatmak için
tenis sahalarının yapılması inşaat sektörüne canlılık kazandırabilir. Köylülere
yönelik tenis raketi tasarımı spor malzemesi üreten firmaları araştırma ve
geliştirme faaliyetlerine sevk ederek daha hafif, daha dayanıklı ve daha ucuz
malzemelerin geliştirilmesine yol açabilir. Geliştirilen teknoloji örneğin
otomotiv sektöründe de kullanılarak gelişme yayılabilir. Bu örnekleri
Kenedy’nin ulusuna uzaya çıkma hedefi örneğinde olduğu gibi çoğaltmak mümkün.
Yeter ki hedef belirlenip o hedef doğrultusunda bilimin yol göstericiliğinde
yılmadan çalışılsın.
Benim beş yaşında bir
oğlum var adı: Burak. Uzakdoğu sporlarına çok meraklı. Burak, evde teak-wando,
kung-fu, aikido yapıp hepimizin canına okuyor. İşte öykü bu ya, Burak’ın bir
benzeri de Japonya’da yaşıyormuş: Burakito. Burakito, küçüklükten itibaren
teak-wandoya merak salmış. İlla ben teak-wandocu olacağım, dünya şampiyonu
olacağım. Evde bakmışlar olmuyor en sonunda annesi babası Burakito’yu bir kursa
yazdırmışlar. Burakito sevinçten havalara uçuyor, var gücüyle çalışıyormuş. Gel
zaman git zaman kader kötü ağlarını örmüş ve Burakito kötü bir kaza geçirmiş.
Burakito maalesef sağ kolunu kaybetmiş. Bundan sonra Burakito için hayat zehir
olmuş. İçine kapanık, kimseyle konuşmayan, çevresiyle ilgilenmeyen bir çocuğa
dönüşmüş. Bu durum Burakito’nun okulunda derslerinin kötüleşmesine de sebep
olmuş. Bu duruma çok üzülen anne ve babası oyalansın diyerek teak-wando kursuna
yeniden göndermeye karar vermişler ve O’nu ikna etmişler. Burakito’nun hocası, Burakito’nun tekrar
kursa dönmesine çok sevinmiş ve O’nu yakın takibe alarak sıkı bir şekilde
çalıştırmaya devam etmiş. Burakito’yu tek bir hareket üzerinde yoğunlaştırmış
ve aynı tekniği defalarca tekrarlamasını sağlamış. Hep aynı hep aynı hareket
bir süre sonra Burokito’yu sıkmaya başlamış ve durumu hocasına açmış. Hocası:
“Bu hareketi dünyada en hızlı ve en doğru yapana kadar çalışmaya devam edersen
dünya şampiyonu olabilirsin.” demiş. Burokito sözün ikinci yarısını pek anlayamamış
ama bir şekilde azimle çalışmaya devam etmiş. Derken dünya şampiyonası zamanı
gelmiş çatmış. Hocası yarışmalara Burokito’yu da götüreceğini söylemiş.
Burokito bu söz karşısında kulaklarına inanamamış, biraz da kırılmış. Hocam
herhalde bana acıyor, avunmam için beni de götürüyor diye düşünmüş. Hocası ise
sürekli tekrarlıyormuş: “Çok çalışın, kendinize güvenin gerisi gelir.” Derken,
yarışmaların yapılacağı salona gelinmiş. Dev bir salon, seyirciler müthiş,
herkes çok heyecanlı. Burakito ilk maçına çıkmış ve daha maçın ilk
saniyelerinde tek bir hareket ve rakibi yerde. Burakito buna inanamamış ama
müsabakalara da devam etmiş. İkinci, üçüncü karşılaşma derken Burakito bir anda
finale yükselmiş. Burakito bu duruma şaşmış kalmış. Hocasına çıkmış: “Hay
Sensei. Beni mazur görün. Buraya kadar geldim. Herhalde ben bir rüyadayım ya da
bu bir şans olsa gerek. Dünya şampiyonu olmam mümkün değil, hem de bütün
dünyaya rezil olmak istemiyorum. Artık şampiyondan çekilmek istiyorum.” Hocası
Burakito’yu silkeleyerek: “Titre ve kendine gel. Çok çalıştın, kendine güven,
çık mindere merak etme gerisi gelir.” Hocasının motivesiyle Burakito final
maçına çıkar. Salondan çıt çıkmıyor. Herkes maça kilitlenmiş, heyecan had
safhada. Derken müsabaka başlar ve Burakito’dan yine tek hareket ve Burakito
dünya şampiyonu. Burakito omuzlarda, salon alkıştan, tezahürattan inliyor.
Burakito ise sevinçten, hedefine ulaşmanın mutluluğundan havalara uçuyor. Burakito madalya töreni sonrasında hocasının
yanına gelir ve: “Hocam size minnettarım, hala inanamıyorum. Ben dünya
şampiyonu oldum. Peki, ama tek kolla nasıl oldu?” Hocası cevap verir: “Burakito,
birincisi sen çok çalıştın, sonuçta bu hareketi dünyada en hızlı ve en iyi
yapan durumuna geldin. İkincisi, kendine güvendin ve mindere çıktın. Üçüncüsü,
bu hareketten tek bir kurtulma, savunma tekniği vardır, o da rakibinin senin
sağ kolunu tutmasıydı.” Sonuç olarak fazla söze ne hacet. Hedefimizi ortaya
koyarsak, bu hedef doğrultusunda bir program dâhilinde yılmadan çalışırsak ve
kendimize güvenirsek ve de karşımıza çıkan engelleri akıllıca aşarsak ulaşamayacağımız hedef yok.
İnsanın her zaman
kendisine saygısı olmalı. Kendine saygı, ruhsal denge ve huzurun ilk çıkış
noktası bence. Kendine saygı üzerine çalışma ve emekle kendine güven inşa
edilir. Kendine güven de başarıyı getirir. Bütün bunlar için insanda var olması
gereken temel değer; kişilik, kişisel bütünlüktür. Prof.Dr.Devlet Bahçeli’ye
atfedilen kişilik üzerine güzel bir hikaye var. Öğrenciler dersine girecekleri
hocayı beklerken, sürü psikolojisine uyarak çok gürültü yapar ve çevreyi
rahatsız eder. Bu arada orada bulunan Bahçeli, amfiye girer ve sertçe masaya
çantasını bırakarak öğrencilerin dikkatini toplar. Oluşan sessizlikte tahtaya
kocaman “bir” rakamı çizer. “Bu kişiliktir. Üniversiteyi bitirirsiniz yanına
bir ‘sıfır’ koyarsınız, lisansüstü eğitim yaparsınız bir ‘sıfır’ daha
koyarsınız. Çalışma hayatına atılırsınız yeni ‘sıfırlar’ eklersiniz. Bu artar
gider.” Daha sonra eline silgiyi alarak “bir” rakamını siler. “Bir kişiliktir,
o olmazsa geriye kalanların, emeklerinizin hiçbir anlamı ve değeri yoktur.”
Kendimize, milletimize
güvenmemizi sağlayan değerlerimiz aslında tarihimizin sayfalarında saklı.
Atatürk gençliğe seslenirken: “Muhtaç olduğun kudret damarlarında asil kanda
saklı.” diyerek bunu çok güzel ortaya koymuş. Çarpıcı bir örnek olduğu için
burada temizlik konusuna değinmek istiyorum. Biz Türklerin Orta Asya’dan beri
temizlik kültürü var. Hamamların, banyoların yaşantımızda ayrı bir yeri vardır.
Bu konuyla ilgili birçok atasözü, deyim ve halk hikayesi tarzı öykü kültürümüze
girmiş. Bu satırları yazarken Kars’ta yaşıyorum. Bakıyorum sağıma soluma her
köşe başında özellikle Osmanlıdan kalma bir hamam. Nüfusla orantılıyorum,
nerede ise her yirmi kişiye bir hamam. Kadınlara ayrı, erkeklere ayrı saatler
vs., vs. Bizde tarihten bu yana akan su
kültürü ile temizlenme, hamam kültürü varken Batı’nın bizden oldukça geride
yola çıktıkları görülüyor. Ama geldiğimiz noktada sanırım onlar bizden hayli
ilerdeler. İronik olanı kokuları kolanya ile bastırma hikayesi, yani Köln
şehrinin isminin kaynağı, parfüm sektöründe Batı’nın başı çekmesi, Louvre
Sarayında tuvaletin olmaması ve buradan türemiş “tüy dikme” deyimi varken,
mevcut durumun adımıza pek iç açıcı olmaması.
İnsanların bir hedefi
varsa veya bir hedefe hizmet ettiğine inandırabilirseniz kontrol etme ihtiyacı
azalır. İnsanların öküz arabalarında kullanılan öğendire misali dürtülmeye
ihtiyacı yoktur ama motive edilmeye ihtiyacı vardır. Hedef konur ve bu yolda
bir irade konulup yürünürse, mehter takımı gibi iki ileri bir geri yapmaya ya
da Temel ve Dursun’un vurdukları geyiği köye taşıyacağım derken sağdan soldan
sözlere kanıp, geyiği etin lezzeti bozulmasın diye kuyruğundan çekerek taşımaları
sonucunda köyden uzaklaşmaları gibi bir durumla ya da hedefine koşan kurbağaya
dışarıdan moral bozucu, kötümser söylemlere kurbağa gibi yaklaşıp, sadece ve
sadece hedefe koşularak başarı kazanılabilir.
Hedef yolunda engellerde
olacaktır. Yolda sizi yalnız bırakanlar da olacaktır. Hatta tökezleyip düşmek de
olacaktır. Ama “Önemli olan düşmek değil, düştüğün zaman kalkabilmektir.” Çoban
ve sürüsü hikâyesini aklımızdan hiç çıkarmayalım. Kin ve öç duyguları ile dolup
M.Necati Sepetçioğlu’nun hikâyesinde geçen yılan misali, demirciden değil de
törpüden intikam almaya çalışarak kendimize zarar vermeyelim.
Sonuç olarak; hem
kişiler hem de toplum ve uluslar için güvenlik ancak ve ancak gelişimle
sağlanabilir. Gelişim için hedef odaklı çalışmak en doğru yöntemdir. “Birbirimize
vereceğimiz işaret ileri, daima ileridir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder