2001,
Kars
İnsanlar artık
birbirleriyle konuşmuyor adeta kendi hücrelerine çekilip kendi dünyalarında
yalnızlık çekiyorlar. Sohbet etmek, konuşmak, dinlemek, dinlenmek, kaale
alınmak var olmanın olmazsa olmaz gereği değil mi? Ben, insanlarla yüz yüze
konuşmayı hep yeğledim. Nedense sohbet ortamlarında insan olduğumun bir kez
daha farkına varıyorum. Ruhumda sakladığım gerçek beni sanki bir ayna misali
yansıtıyorum.
Büyük eğitimcimiz İsmail Hakkı
Tonguç'un bir yazısında da belirttiği, benim de canı gönülden katıldığım gibi
mektuplar, insanların görüşlerini bütün çıplaklığı ile aktarıldığı bir yazı
türüdür. Bütün okuyucularımla bir araya gelemiyorsam, en güzeli olan yüz yüze
konuşmayı sağlayamıyorsak, duygularımı, görüşlerimi içimden kopup gelen
düşüncelerimi mektup tarzında ama uzun bir mektup olarak aktarayım, paylaşayım
istiyorum. Bunu yaparken de okuyucu ile etkileşim kurmak da istiyorum.
Her nasıl adlandırılırsa inanamayacaksınız
ama benim ileriyi görme gibi -aslında pek de matah olmayan bir özellik- bir
yetim var. Görüyorum hepinizin gözlerinin içini görüyorum. O ışığı görüyorum.
Her insan büyük bir potansiyel, bir dünya… Doğru bilinci alıp, geliştirilebildiği
takdirde her insan için gelecek parlak, hayat inanılmaz güzel. Unutmamak gerekir
ki istemeden, inanmadan, çaba göstermeden bu güzelliği yakalamak da mümkün
değil.
Mektubumda yazılanlar sizle benim aramızda
bir köprü. Her okuyucunun algısına göre, bilincine göre özel bir sır. Belki yazılanları
kendiniz yorumlar, kendinize mal eder, belki de sadece kendinize saklarsınız. Belki
böyle daha güzel olacak, başkalarıyla paylaştığınızda belki büyü bozulacak. Baştan
belirtmek de istiyorum ki mektubumda yazılanlar mutlak doğrular değil. Her
satırı okuyucum düşünüp kendi kalbi ve aklı ile değerlendirmeli.
Mektubumdaki ifadelerin bazıları belki
bir asırlık bir insanın ağzından çıkmışçasına öğüt cümleleri olabilir. Öğüt
verme, nasihat etme düşüncesi olamadan kaleme aldığımı bilmenizi isterim. Amacım
sizlerle sadece paylaşmak. Bir düşünce ışığı vererek kapıyı aralamak, önünüzü
aydınlatmak. Bir de şu var ki bu mektubu kaleme alırken pek fazla edebi
kaygılar taşımıyorum ve içimden geçenleri o anki heyecanı ile yazıyorum. Yazıyı
kaleme alırken; anlam bütünlüğü bozuluyor, yazının çatısı bir sıra takip
etmiyor, daldan dala atlayarak anlaşması zorlaşıyor olabilir. Bu yazıyı kaleme
alan ben aslında bir askerim. Pek zamanın yok. Beni anlayışla karşılayıp
sabırla okumaya devam edeceğinize inanıyorum. İnanın buna değecek.
Konuşmaya nazaran yazmak katbekat daha
kadar zor. Burada yazdıklarım hakkında belki sizlerle yüz yüze gelebilsek, günlerce
konuşabiliriz. Evrende uzaklaşıp giden, dolu dolu, geniş mekânları dolduran
laflar edebiliriz. Fazla ayrıntıya girmemeye çalışacağım. Hayat ve anlamını
çözen okuyucularımın “güzellikler ayrıntıda gizlidir” dediklerini duyar gibi
oluyorum. Mektubumda sizlere mesajlarımı aktarmayı ön planda tutuyorum. Belki,
bilimsel olanı değil, kendimce daha anlaşılabilir diye düşündüklerimi veya
kafamda canlandırdıklarımı kendimce doğrudan ifade eden kelimeler yığınını
kullandığım için beni eleştireceksiniz. Aslında özellikle yazılarımda Türkçe’yi
doğru kullanma konusunda çok hassas biriyimdir. Ama bu sefer böyle sohbet
havasında çalakalem yazmayı yeğliyorum.
Yaşam akıp giderken anlamını çözmeye
çalışmayız, sorgulamayız ya da çözmeye çalışmak, bize ayrı bir yük getirir.
Bazı insanlar sırf yaşam gailesindedir, temel ihtiyaçlarına odaklanırlar ve
etrafta ne olup bittiğine yeterince ilgili değillerdir. Bu arada birçok
güzellikleri de ıskalarlar. Tercih tamamen senin. Benim anacığım ilkokul
mezunudur. Aldığı eğitim ve kültür düzeyi belli. Akşam kocası işinden evine
döndüğünde önüne bir kap yemek koyabiliyorsa, ayda yılda bir uzaktaki çocuğu telefonla
da olsa arayıp; “anacığım nasılsın diyebiliyorsa dünyanın en mutlu insanı O. Ama
ikinci gruptakiler: Aydınlar, yani siz -sizi kategorize edip yolunuzu zorla
çizdim galiba- Çünkü bu satırlara ulaştınız. Onlar sadece yemek, içmek, uyumak,
üremek gibi duygularla –duygu demek duyguları hafife almak olacak sanırım, biz
en iyisi dürtü diyelim- hareket etmezler. İnsan ruhunu, hayatın anlamını
gizemini çözmeye çalışırlar. Onlar İsrail-Filistin çatışmalarında ölen
insanlara, büyük şehirlerin sokaklarında sefalet içinde yaşayan çocuklara, vb. -vb. diye ne çabuk geçiştirdim- üzülürler, kendileri için sorun edinirler. Onlar
için mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk adeta haramdır.
Kişilerin temel hedefi özüne ulaşmak
olmalı. Bu yüzden ilk devrimin bilinçte gerçekleşmesi gerekir. Karakuşi bir
yaklaşımla hedeflere ulaşılması mümkün değildir. Kişileri, olayları, dünyayı
doğru algılayamayan doğru eylemlerde bulunamaz. Dolayısıyla doğru sonuçlara
ulaşamaz. Yani dünyaya bir başka gözle bakmayı öğrenmek, insanlık bilinci ve
onuru çerçevesinde bakmayı öğrenmek... İlk açılım bilimsel mantığın anlaşılması.
Bilimsel mantığın bilincine eren insan doğruya saygı gösterir, Yalan söyleyemez.
Bilimsel mantığı temelinde ise şüphecilik yatar. Okuduğun, gördüğün şeylere,
sana anlatılanlara kocaman bir ‘ACABA’ de. Acaba doğru mu? Yanlış olma ihtimali
var mı? İşte bu sorular seni incelemeye, araştırmaya iter, gözlem yapmaya
zorlar. Seni geliştirir. Seni hedefe yoğunlaştırır. Zamanla göreceksin ki her eğilimini
bir kusurmuş gibi algılayıp, hep çırpınacaksın, hep bilgisizliğin susuzluğunu
çekeceksin. Her yeni öğrendiklerinde cehaletini göreceksin. Her yeni
öğrendiğinin sonuna nokta değil virgül koyacaksın.
Öze ulaşmada ve uygar insan olmada
kazanılması gereken değer ve bilinçler: Hakkaniyet “Haklıysan Güçlüsün”, Kişisel
Bütünlük, İnsan Onuruna Saygı, Hizmet, Sevgi… Kısmetse bunları ayrı bir
yazımızda inceleriz.
Genel okumalar için bazı kavramlara hâkim
olmak gerekir: Tez, sentez, antitez, sentez ve realizm romantizm, komünizm, faşizm,
sosyalizm, nasyonal sosyalizm ne demek? Aslında bir kavram kargaşasına
itildiğimiz ortamda kullandığımız bazı kavramların tanımını vererek bu yazının
içeriğinde hangi anlamda kullanıldığını ortaya koymak gerekirdi sanırım. Ama kavramların
tamamını almamız hem mümkün değil, hem de güttüğümüz maksadı aşar. Her çocuğun
ve insanın bir okuma programı olması ve önceliklerinin olması gerektiğine
inanıyorum. Böyle bir program için yol gösterici bulamayan insanlarda kaybetmiş
sayılmaz Bilimsel mantık özümsenmişse her şey çözülür. Şu anda ortada olan her
gerçekliğin bir süreçten geçtiğini, bir tarihinin olduğunu unutamamak gerekir.
Her şey birdenbire olmadı (Sadece iki şey birdenbire oldu ve olur. Şimdilik bu
konuya kafa yormadan geçelim). Hepsi bir birikimin sonucu. Tarihi bilmek
anlamayı kolaylaştırır. Burada anlatmak istediğim savaşların tarihi değil. Güç
mücadelesinin, düşüncenin, bilginin, sanatın, işin, insanlığın, medeniyetin
tarihi.
Günümüz dünyasına hâkim olan sembollerdir.
Hani içinde bulunduğumuz çağ için diyorlar ya; uzay çağı, bilişim çağı vb.
Bence Sembol Çağı, İletişim Çağı. İnsanlar ve teknoloji iletişimi semboller
kullanarak sağlıyor. Sağ elin işaret ve orta parmağını ayrık olarak havaya
kaldıran insan “zafer” diye bağırıyor. Sembol çarpıcı, vurucu; görmek sözden üstün.
-Görmenin de en üstününün
gönül gözüyle görmek olduğuna inanıyorum. Zafer işaretinin kökenini
araştırdığımızda parmakların şekli aslında “V” işareti(harf yapıyor.
İngilizce'de Victoria(zafer) sözcüğünün baş harfi. (Bu işareti ilk kim, ne
zaman kullanmış, kökeni nedir ve nasıl bir tarihsel gelişim geçirmiş çok önemli
ama burada uzun uzun anlatamaya yer ayırmayalım.) Yaşananları zaman, mekân(yer),
amaç ve gereksinim boyutuyla görmeli. O zamana, o yere göre değerlendirmek
gerekir demeye çalışıyorum. Bir fanilanın üzerindeki etikette üçgen geometrik
şeklin üzerindeki çarpı(X) sembolü görebiliyoruz. Bu çamaşır suyu kullanılmaz
anlamına geliyor vb., vb. İnsanlar sembolleri, karayolu trafik işaretleri gibi
artık tekörnekleştirmişler ve küreselleştirmişler. Kimse cep telefonlarından uzun
uzadıya gülünç bulduğu şeyi anlatmaya çalışmıyor. Buna zamanını da yok. Karşı tarafa
iletişimini bir sembolle iletiyor. İki nokta kapa parantez [ :) ] bitti… Önemli
olan okunanlar da, görülenler de, söylenenler de kullanılan sembollerin
anlamını çözmek. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru sembolün üzerine duyguları
da yükleyerek kullanmak. Doğru iletişimi kurmak. Kendinle, kitabınla, görsel
iletişim vasıtalarıyla karşısındakiyle… Kültürel, cinsiyet, satatü farklılıkları
ve teknolojik yetersizlikler de eklenince iletişim kazaları da meydana
gelebiliyor. Aslında dil de bir sembol, duyguların, iç dünyanın dışa vurumu.
Ancak tek başına dil yalın kullanıldığında doğru iletişim tam anlamıyla kurulamaz.
İnsanlar söylenenleri pek dinlemezler. Sözden çok sözü kullananın konuşma tonu
daha kalıcı olur. Görmek isterler, karşısındakinin vücut diline daha çok önem
verirler. Jestlerini, mimiklerini ön planda tutarlar.
Bazı insanlar özlerini bulmak için
duyularını aşırı uyarmak ya da duyularını mahrum bırakma metotlarını
kullanmışlardır. Duyuların aşırı uyarılması semazenlerin(Mevlevi kültüründeki) bilincin
kaybedildiği vecd durumuna kadar dönüp, dans etmeleri, Afrika savaşçılarının ve
Karayip tarikat üyelerinin vahşice davullar ve ritmik el çırpma eşliğinde çılgınca dans etmeleri, Hristiyan dindarların
her yerlerinden kan çıkana kadar kendilerini kırbaçlatmaları, Hint fakirlerinin
çivili yataklara uzanmaları, Zen ve Japon rahiplerin donmuş su ve çağlayanlar
altında durmaları, Kızılderililerin güneş altında susuzluk çekmeleri, Tibetli
arayıcıların karlı dağlarda çırılçıplak durmaları vb. sıralanabilir. Yoga
felsefesi, meditasyon, transal meditasyon, vb. adı geçen teknikler de duyuların
mahrum bırakılması ile öze ulaşma yöntemleridir. Bu teknikler duyuların geri
çekilmesi ile başlar.
İnsan olmanın doğasında hata yapmak
vardır. Bir ideal olmanın ötesinde mükemmellik, hata yapmamak bir kavram olarak
zaten bizatihi kendisi yanlış bir kavramdır. Kendine güveneceksin, açık
olacaksın, hata yapmaktan korkmayacaksın. Unutma, çocuklar düşe kalka yürümeyi öğrenirler.
“Önemli olan düşmek değil, düştüğünde kalkabilmektir.” Ama kanatlanmadan uçmakta
açgözlülük değil de nedir sizce? İnsanlar yemek, içme, uyumak, üremek
dürtüleriyle hareket ettiklerinde tıpkı hayvanlar gibidirler. İnsan yaşamında bilinçli
davranış özel yaşantıdır. Söyleyemediklerimiz, yapamadıklarımız; söyleyip,
yaptıklarımızdan binlerce kat daha fazla. İnsan beyninin kapasitesinin çok
küçük bir kısmını kullanıyor. İnsan yaşamında duyduğu ihtiyaçları karşılayamazsa
strese, gerileme girer. İhtiyaçlarını hemen karşılamayı alt benlik, dürtü ve
enerjimizin kaynağı emreder. Benlik ise -dünyayı kavrama gerçeği, deneme ve
kabul edilme sorumluluğundan doğmuştur- ihtiyaçları karşılarken düzen dışı
davranışları göz önünde tutar. “Gerektiği yerde, gerektiği gibi, gerektiği zaman
davranmayı öngörür.” Üst benlik; kültürün, toplumsal değerlerin, din ve
ahlaksal değerlerin ve kurallarının oluşturduğu, bu değer ve kurallara göre
işleyen, bunların koruyuculuğunu yapan bir sistemdir. Amannnn ben ne yapıyorum.
Kafanızı iyice karıştırdım. Kısaca; her istediğimizi söyleyemeyiz, yapamayız
!!! Her köşe başında satılan bazı temel psikoloji kitaplarında bunlar zaten var.
Hayatı anlamak için ilk önce bunları öğrenmek gerekir sanırım.
Biraz da felsefe yapalım… Felsefenin
azı insanın dengesini bozabilir, tutarlılığını ortadan kaldırabilir. İnsan
beynini hımmmm, şeyyyy gibi bilinmezlerin dipsiz kuyusuna atabilir. Anlayacağınız,
tabiri caizse insanı dinden imandan çıkarabilir. Felsefenin maksadını, tarihini
bilmeden felsefeye girmek çok tehlikeli olabilir. Gelin şimdi sizlere dilimin
döndüğünce bildiğim kadarıyla felsefenin amacını ve tarihini kısaca anlatmaya
çalışayım Ama önce felsefenin anlaşılır bir tanımını yaparak işe başlayalım. “Bilimlerin
bilimi, hayatın ve evrenin özünü arayan disiplinler üstü bir disiplin.”
şeklinde tanımlayabiliriz sanırım.
Her şeyin bir kurucusu, mimari
olduğu söylenir. Geometrinin kurucusu Öklit, mekaniğin kurucusu Arşiment (Hani
şu hamamdan çırılçıplak fırlayan, buldum buldum, evreka…), fiziğin kurucusu Galileo, kimyanın kurucusu Claud Bernand. Ve… felsefenin
babası THALES’tir.
“Kimse bilerek kötülük işleyemez” -Sokrates.
Solon der ki…: “Hiçbir şeyde aşırı olma.”
“Kendini bil.” der Khilen.
“Yaptığını düşün, çok dinle, yerinde konuş.” -Bias.
Ne doğru söz ki: “Kendine kötülük hazırlar başkalarına kötülük hazırlayan.” -Hesiodos.
İlk diyalektikçi(karşıt düşüncelerden doğruya ulaşma diyebiliriz.” Herakleitos:
“Evrenin temeli değişimdir, akıştır. Aynı ırmağa iki kez giremezsin. Çünkü her
girişinde üzerinden yeni sular geçer.” Burada kısa bir anektod aklıma geldi.
Einstein öğrencilerine yazılı sınav yapmak üzere sınav kâğıtlarını dağıtır. Uyanık
öğrencilerinden biri: “Hocam bu sorular geçen yıl sorulan sorular.” diye
seslenir Einstein cevap verir. “Evet haklısın. Sorular geçen senenin soruları. Ancak,
üzerinden bir yıl geçti. Sorular aynı sorular ama cevaplar değişti.” Diyalektiğin
bilinen kurucusu ise Zenon’dur. Evrenin
ve yaşamın özü: Atomdur, sudur, havadır, ateştir, nimettir, sayılardır,
birliktir, insandır derken şu söz çınlanır felsefe tarihinde: “Kendini tanı, erdem
bilgidir.” –Sokrates.
Kuşku? -“Düşünüyorum öyleyse varım.”
-Descartes. Anlamak için inanıyorum.” der Anselmus. “Yanılıyorum öyleyse varım.”
İnsanım insan…
“Vahdet-i
Vücut, Terk-i Dünya” der tasavvuf. İnkârın inkârcısıdır: Hegel.
“
Can mülkün armağanı sensin
Tendir
bu cihan ki canı sensin" -Nesimi.
“İlmelyakin(bilme), Aynelyakin(görme),
Halkelyakin(olma)” der: Şeyh Bedrettin. “Mutluluk insan ruhunun kendisini
artmasıdır, temizlemesidir, faal akla yönelmesidir; insan insanın kurdudur.” -Thomas
Hobbes. “Anlayışın gücünde Tanrı’nın insanoğlunu değil; Tanrı’yı ve dünyayı insanoğlunun
yarattığını” öne sürer Croce. Tarihçi bir yaklaşımla “mutlak tarihçilik” der.
Marx'ın diyalektik materyalizmi…
Simone de Beauvoir ve Sartre varoluşçudur. “İnsan varlığının bilincindedir”, “İnsan
özgürlüğe mahkumdur.” der: Sarte.
1960 kuşağı... ☮ bu sembol
hatırlarsınız. Sembol sizlerde neyi çağrıştırıyor? “Barış, barış” diyerek bütün
dünya gençliği ayağa kalkar. Hippiler, punkçular… Feng-Shui felsefesi der ki: Her
iyi'nin içinde bir kötülük her kötülüğün içinde de biraz da olsa iyilik vardır.
İyilik ve kötülük, Ying ve Yang birlikte bütünü oluşturur. Hadi düşünün, bu
sembolün ( ҉ ) ne
olduğunu, neyi anlatmak istediğini çözebilirsiniz. Çözemezseniz üzülmeyin. Bilimsel,
araştırıcı mantığı kavradığınızda mutlaka çözersiniz. Anlayacağınız herkesin
söyleyecek bir sözü varmış ve bir şeyler söylemiş…
Felsefe sürekli bir hayır de iş
aracılığı ile eveti bulmaya çalışmaktır. Evet bulunduğu zaman, onu irdeleyip eleştirerek
aşmaya yönelmek, yeni yeni hayır deyiş aracılığı ile eveti bulmaya çalışmaktır.
Kafalarınızı amma da karşıladım ha!
Neyse sadete gelelim… Her şeyin sonu, özü hayat tecrübem ve okuduklarımın bende
bıraktığı izlerle sizlere sesleniyorum. Sizlerle paylaşmayı sevdiğim için, bu
borç bana yüklendiği için yazmaya çalışıyorum. Belki bir ışık alırsınız ve çıktığınız
hayat yolunda zaman kazanırsınız. Her şeyin özü insanın huzur ve esenliği, insanın
kendisini mutlu kılması. Bu ruh sağlığının öznel ölçütü. Başkalarıyla doğru
iletişim kurmakta nesnel ölçütüdür. İnsan önce kendisiyle barışık olmalı, kendisiyle
doğru iletişim kurmalı. Kimya okudunuz mu bilmiyorum ama en mükemmel bileşik:
Kendinizsiniz. Bunu sık sık kendinize tekrarlayın. En mükemmel bileşik benim. Geçmişinizde
boğuşmayın geleceğe bakın. Görebiliyorum; okuyucularım yaşamın özüne, huzur ve
esenliğe ulaşacaklar.
Bu anlattıklarım huzur ve esenliğe ulaşma
yönünde belki ilk adım. Okuyacaksınız göreceksiniz dinleyeceksiniz belki hayata
başka bir bakış açısıyla bakacaksınız. Din de insanlık için vardır, dünya da,
evrende. Huzur ve esenliği yakalayacaksınız.
İnsanlar huzur ve esenliği yakalamak
için çok mütevazı yaşamalı. “Basit yaşa ki başkaları da var olabilirsin.” -Gandi.
Heyecanı sanatta, resimde, şiirde, müzikte aramalı. Kişi; kendisiyle, diğer
insanlarla, sair yaratıklarla, çevresiyle barışık olmalı, uyumlu olmalı. Esen
kalın, huzur içinde yaşayın.
"Sonsuza kadar tutarlı olmak kadar tutarsız bir şey yoktur." -Goethe
YanıtlaSil"Büyük şeyler değil, bir üzüm tanesi, bir incir bile bir anda oluşamaz." -Epiktetos
"Sonsuza kadar tutarlı olmak kadar tutarsız bir şey yoktur." -Goethe
YanıtlaSil"Büyük şeyler değil, bir üzüm tanesi, bir incir bile bir anda oluşamaz." -Epiktetos