02 Haziran 2016

Şiir Küresi


ŞİİR KÜRESİ



            Başlarken
            Daha anam körpe bir gelinken beni de leylekler getirdi şu ölümü dünyaya. Yıl: 1967, 26 Aralık Salı, Sümbül Köy. Adımı koydular Murat Can Plevne. Beni dünyaya leyleklerin getirmediğini öğrendiğimde, etrafı kafesle çevrili dünyamda Sümbül Köyde vakit okul çağıydı.  Köyden kasabaya git gel derken yüksek öğrenim için Ankara… Benim için büyük şehir, bir dönüm noktası, bir uyanış, bir diriliş. Kısaca çocuksu rüyalarımdan uyandığım, gerçeklerle yüzleştiğim yer. Şimdilerde ise bir konar göçerim. Resim yaparım, şiir yazarım. Ressam, ozan olmak için değil, şair olmak için değil. Yaşamın içine sanatı sokarak hayatı daha da güzel yapmak için.  
            Şimdiye kadar sevgililerimden başka hiç kimseye okumadım, göstermedim şiirlerimi. Artık vakti geldi ise siz şiir severlere açıyorum. Şiirlerimi yazarken kimseye beğendirmek gibi bir kaygım olmadı, bundan sonra da olmayacak. Ama, şiirlerimde kendinizden bir şeyler bulabilirseniz ne mutlu bana. Ben sadece içimden kopan yoğun duyguları şiir şeklinde dökmek, paylaşmak istedim o kadar.

                                                                                                                      Murat Can Plevne




























Göksel Kürede Yolculuk
Bir karanlık boşluğa bıraktılar,
Yerde kar var beyaz, üste gök var kör kara,
"Bu gece gör." dediler bütün yıldızları,
"Ders al ki yönünü çizesin geleceğin",
Yıldızları gökte döndürdüler doğudan batıya,
Unutulmaz güzellikti o boşluk,
Hava hafiften serin, yıldızlara bürünmüşüm,
Cezveyi gördüm: Büyük Ayı, yavrusu Küçük Ayı,
Tam kuzeyde kutup yıldızı: Polaris,
Yunan mitolojisinden kahramanları saydılar sessizliğin içinden,
Pegasus uçan at,
Bir avcı vardı, diz çökmüş ve elinde yayı,
Arkasında köpeği Proykon ve küçüğü Sirius,
Menzilinde Boğa, boynuzunu uzatmış öfkeli,
Zeus'un çocukları yıldızların kaymasıyla aydınlandı,
Birbirlerine ısınmak için sarılmış gibiydiler,
Kutup yıldızının altında oturak takımyıldızı,
Habeşli prensesin ve O'nu deniz canavarından kurtaran,
Prensin platonik aşk öyküsü,
Derken bana göz kırptı: Çılgın Bakire,
Dans ediyordu Endülüs şarkılarıyla,
Başımda tacım: Yedi Kandilli Süreyya,
Terazi adalet dağıtıyordu sanırım o gece de,
Ejderha ortalığa kızıl alevini saçmıştı,
Aslında akrabaydılar ama uzak kalmışlardı birbirlerinden;
Akrep ve Yengeç,
Çoban Yıldızı soğuk ekim gecesinde doğudaydı,
Döndü, ilkbahar dönümünü aştı geldi yine ekim gecesine,
Alpheratz ayla kardeşti ışıl ışıldı o gece,
Arslan tam ortasına kurulmuştu göksel kürenin,
Kükrüyordu: "Göklerin de hâkimi benim.",
Dalmış gitmişken o büyüleyici yolculuğa,
"Artık vakit tamam." denilince uyandım ve anladım,
Şu koca evrende dünyaya hapsedilmiş bir küçük yaratıktım...



Hayal İçinde Hayal
Rutubet kokuyor küçük odam, köhne odam,
Loş bir ışık süzüyor penceremden,
Kulağım ocakta kaynayan çayın sesinde;
Dalmışım…
Bahar bahçesinde, cennetten bir köşe.
Çam kokusuyla doluyor ruhum.
Küçük bir dereden yansıyan güneş ışıl ışıl.
Gözlerim mavi gökler kadar sınırsız.
Hayal içinde hayale dalmışım ki uyandım;
Çaresizim…   






Ağın İçinde
Üstümüzde bir ağ vardı…
Altında ayrı bir dünyadaydık çelişkide.
Dışarıya çıkınca uzaktaydı tan…
Ve o ağın altında gözlerden uzak, gölgedeydik.
Dünya bize yabancıydı uzaktı…

Çelik kafesli çubuklarla gerilmişti ağımız,
Ağın altında bir araçtaydık.
Esince rüzgâr batıdan,
Sallanıyordu üzerimizdeki büyük örgü.
Ninni gibi geliyordu rüzgârın şarkısı,
Sanki bir sandalın içindeydik karada.

Gece soğuktu, yakıcıydı gündüz ve toz.
Ağımıza takılıyordu gündüz: Güneş, gece: Mehtap,
Işığı dalga dalga oynaşıyordu yüzümüzde.
Ve türkü söylüyordu Yusuf:
“Özlemine yandım hey…”


Yağmura Aşığım
Sağımda solumda iğde ağaçlarının karaltısı,
Gece karanlık, gökte ne ay var ne de tek bir yıldız.
Yolum karanlık,
Boşlukta yürüyorum sanki…
Uzun uzun zil sesleri,
Ardından tatlı bir gürültüyle tren geliyor.
Işıkları yağmur damlalarına can veriyor, renk veriyor…
Pencerelerden ellerini uzatan çocuklar yağmur topluyor,
Beni görenlerse yağmuru bırakıp sevinçle el sallıyor.
Ben de kolumu kaldırıyorum iradesizce ve ifadesizce.
Derken tren gelip geçiyor.
En son iki kedi gözünün yansıması havada asılı kalıyor.
Karşıdan insan karaltıları geliyor,
Selam verip geçiyorlar,
Ben de kolumu kaldırıyorum iradesizce ve ifadesizce.
Yeniden yolum ıssız ve sessiz.
Yağmurun dudaklarımı ıslattığını hissedince yüzümde bir tebessüm…
Toprak bir başka kokuyor, insanın içine işliyor,
Şakaklarıma inen yağmur tatlı bir sıcaklık veriyor,
Yağmur yılan gibi kıvrılarak iniyor, iliklerime kadar işliyor.
Sarmalıyor beni, artık sırılsıklam ıslağım.
Yağmur yere vurdukça neşeleniyorum,
O eşsiz ezgide sanki yürürken dans ediyorum,
Bedenimden öte ruhumla hissedip güzelliğine varıyorum.
Ben aslında yağmurla senin aşkını yaşıyorum.








Sevginin Tarihi
İnsanlık aşkla doğdu,
Sevgi yaşamla.
Sonradan çıktı kavga,
Sonradan çıktı kin,
Sonradan çıktı bütün çirkinlikler…
Kirlendi dünya ne acıdır ki doğasında sevgi olan insanla,
Sevgi için, barış için yaratılmış insanla.
Yeniden dönmek sevgiye,
Sevgiyi hâkim kılmak elimizde.
Düşmek Yunus’un peşine,
Yeniden kurmak sevgi dünyasını elimizde.
Yeniden aydınlansın dünyamız Yunus yolunda,
Yeniden gülsün tüm yüzler,
Bir olsun tüm kalpler,
Yunus yolunda,
Sevgi yolunda…






































Sen Sevdiğimsin
Gözümde tek,
Gönlümde tek.
Sen sevdiğimsin…

Açsam aşım,
Susuzsam vaham.
İlacım, can suyumsun…

Ağlıyorsam sevincim,
Umutsuzsam umudum.
Sen sevdiğimsin…


Işığıma
Bir kış gecesi nasıl üşür sokakta yavru kedi,
Bir yalnızlık çemberinde nasıl bunalır insan…
Bazen düğümlenir hıçkırıklar, ağlamak çare değil…
O an unutulmak ister her gerçekten yana,
Çıkış yoktur o girdaptan çaresiz…
Zifiri karanlıktan bir ışık belirir, tek bir sicim.
Hıçkırıklar kesilip, dikkat kesilir o kaynağa,
Fışkırır içinde o ışığın parıltıları.
Bire bin katar ve uzanır ona doğru,
O bir güneş, mahkûmun yaşama dönüşüdür…
Umut yaşamın ilacıdır, sevgi ışıkta.
Bağlanmak, paylaşmak yeniden diriliştir.
Düğüm olur iki insan birbirine
Ve İskender bile çözemez o düğümü...


İçimdeki Çizgi
Bir çizgi var içimde,
Canka’nın eteğinden Hasatlı dağlarına,
Sümbül ovasından Ankara'ya.
Birincisi o kadar belirsiz,
O kadar karışık, o kadar namussuz, pislik…
İkincisi o kadar uzak,
O kadar sade, o kadar güzel.
İçimdeki bütün çizgilerin ucunda sen,
Arada özlem.














Süt Liman
Benim için ayrılık, rüzgârın şarkısı,
Deli rüzgâr esti esti, yetmedi,
Takıp ölüme sürükledi, yere vurdu, savurdu.
Güneşin yakıcı sıcağında terletti,
Yağmurun altında sırılsıklam ıslaktı,
Çamur deryasında batağa gömdü,
Kar yağdı üzerimi örttü…
Palangalara vurdu işkence çektirdi.
Nafile sökemedi, sökemez,
Silemedi, silemez,
Kalbimizdeki sevgiyi, birliğimizi…
Estikçe rüzgâr
Bedenim yıprandı, çöktü…
Ruhum ise sana koştu, adeta uçtu, sevgiyle genişledi,
Doldu taştı, koca bir çağlayan oldu.
Bekliyorum eli kulağındadır,
Bir volkan gibi patlayacaktır fırtına
Ve yeniden süt liman olacaktır dünyamız.
O dinginlikte mutluluktan ağlayarak sarılacaktır iki beden ve ruh.
Yakında, hem de çok yakında.
Bahar neşesinin tomurcukları açmadan önce,
Canka’nın tepesindeki karlar erimeden önce,
Diliçi’nden seller boşanmadan hemen önce,
Beden toprağa düşmeden önce…


Işığın Kaynağı
Zaman tel tel çözülüyor.
Bitmek bilmeyen örgüler,
Sonsuzluğa uzanan orman.
Ayrılık, hasret uzuyor,
Büyüyor bütün bedeni sararak,
Özlemin burukluğu içimi acıtıyor.
Kavuşma hayali umudu yeşertse de
Bir gece bitmiyor, bir gündüz,
Bir an geçmiyor ki bir saat…
Belirsizlik bir umman.
Keskin kılıç sırtında geçen yaşam,
Her an düşecekmiş gibi denge noktasında kollar açılmış,
Dalıp gitmeye kararsız beden,
Soğuk bir çelik gibi uyanık tutuyor.
Varlığın devamı umut…
Gözlerin altında halka halka,
Akıp giden zamanın izleri.
Hep bilinmeyen yaşam kaynağından,
Tükenen cevher.
Damardan çekilen kan sana doğru.
Eriyen ve eridikçe yok olan mum misali, yaşamın özü.
Yol karanlıkta kayboluyor, yok bir ışık, kör zifiri karanlık.
Çığlık çığlık üstüne…
Son bir gayret tırnaklarımı akıp giden bulutlara geçiriyorum,
Yalvarıyorum alıp gitsin beni de.
Yağmur olup indirsin,
Işığın kaynağı sevgiliye...
Dişinle Mühürlediğin Kitap
Hatırlar mısın?
Bir kitap hediye etmiştin bana,
Sağ köşesi dişlerinde mühürlenmiş,
İlk satırına “canım sevdiğime” diye yazılmış.
Sen yanımda olamasan da yanımda olmasını ne çok isterdim o kitabın,
Her cümlesini, kelimesinde ikimizi bulmak için.
Kitabı yaşayarak okumak için.
O kitap aşkın şiiriydi,
Sevgilin dile gelmiş haliydi,
Özlemin haykırışıydı,
Yaşamın ruhu, duygusuydu.
Senin bana duygularının özetiydi.


Sabır
Hani o güzel saçlarını kalemle toplardın,
Sana gelmeyince üzülüp, dudaklarını bükerdin,
Hep sorar dururdun tekrar tekrar: Sonumuz ne olacak?
Ben senden başkasıyla yapamam derdin,
Sana hep anlatmaya çalıştım,
Bizimkisi alnımıza yazılmış kader, birbirimiz için yaratılmışız.
İnanırsak, çabalarsak yarınlar bizim.
Sabır, sabır…


Her Anında Yanında Olmak
Seninle her anım, bana hatıra,
Gülüşün, bıçkın dişlerin, saçların…
Dokunmak isterdim,
Senin dokunduğun her şeye,
Bir lokma ekmeğe, yazdığın kaleme…
Bir kenarı yanmış hırkana.
Ülkenin bu yalnız, kendi başına bırakılmış uzak köşesinde.
Bana kalan bitmez anlardan süzülen anılar.
Ayrılığın umutsuz çırpınışı…
Yaşamak isterdim seninle yeni baştan
Kısa süren birlikteliğimizin her bir anını
Ne bir fazla, ne bir eksik,
Her şeyiyle baştan başa...















Sen Aşk mısın
Düşüncem yalnız sen misin,
Ki görmek seni rüyalarda,
Yaşamak tüm hayallerde.
Düğümlenir düğümlenir,
Sıkıntım sensizlik.
Sensizlik kör kuyu, karanlık yol.
Sen tüm güzelliklerim misin,
Ki sen güneşim misin,
Yoksa hapsedilmiş içindeki kor musun,
Bana anlarımı asır eden,
Ki an seni özletir.
Yokluğunu boşluk eden,
Ki sen aşk mısın?


Ruh İkizim
Ne zaman seni hayal etsem,
Hep nazlı nazlı gülüşünü hatırlarım.
Sen de beni düşünür müsün,
Beni hayal eder misin,
Ben ağladığım zaman sen de ağlar mısın?
Bazen düğümlenir sensizlik,
Bensizliği yaşar mısın?
Kahkaha atınca seni anımsarım,
Suçluluk duyarım hemen senden uzakta.
Sen de güler misin, ben gülerken…
Aklıma gelir beni azarlamaların,
Ve beni yola getirir o başlangıçta.
Bazen dalar mısın ikimizin dünyasına,
Hasretimi çeker misin yalnızken,
Ayrılık ateşi yakar mı yüreğini,
Ben uzakta çaresiz çırpınırken.
Beni sever misin,
Ben “seni seviyorum” diye haykırırken…
Kuş Misali
Bir kuş nasıl kanat çırpar göklerde,
Benim kalbim sana çarpar sevginle.
Yavrusunu nasıl besler özüyle,
Sevgimi büyütürüm özümle.
Nasıl uçar giderse uzaklara,
Aşkım büyür gider ayrılıklarda...













Hal Hatır
Halın ne dedim,
Yüzün ne dedim,
Sözün ne dedim
Kendine iyi bak ne olur.
Seni seviyorum.
Ve ağlamaya başladım gelecekten korkarak.
Ağlama bir tanem, çiğ tanem ağlama.
Sil ne olur gözlerinin yaşını.
Yaşanacak güzel günlerimiz var yarınlarda.
Her şey bitecek ve gülerek koşacağım sana.
Uzayıp giden ayrılık son bulacak ve birlikteliğimiz bir ömür.
Bölüşeceğiz yeniden yaşamı,
Umutlarımızı birbirine katarak...


Kavuşma
Yağmurun sesi bana sesini anımsattı,
Kasırga dişiliğini.
Yağmur akşam alacasından sabaha dek yağıyor,
Umudumsa yarına.
Yeryüzüne nasıl dökerse bulutlar yağmuru,
Saçlarını öyle dök üzerime.
Çiftçinin tarlasına nasıl bereket getirirse,
Kalbime öyle yağ.
Toprağa nasıl sızarsa yağmur,
Ruhumun derinliklerinde öyle sız.
Nasıl kucaklarsa dereler yağmur suyunu,
Beni öyle kucakla.
Nasıl süzülerek giderse denize,
Bana gel usulca süzülerek.
Engelleri nasıl önüne katıp aşarsa,
Engel tanımadan ak gel.
Denize nasıl kavuşursa ırmak,
Gel benim kollarıma.
Nasıl karışır giderse tatlı su, tuzlu suya,
Karışalım birbirimize.
Huzur bulalım enginliklerde,  
Rüzgârla dalgalanalım sahillerde,
Durak bulmasın yolculuğumuz,
Aşk okyanusunun açıklarında…



Her Zaman
O tatlı günlerimizden geriye
Sadece ve sadece kurumuş bir gül yaprağı ve anılar kalmış
Hayalin hâlâ gözümde, sen kalbimdesin
Seni hayal ederim seni her zaman…






Başkayım
Bugün başkayım
Ondan başka, senden başka, benden başka…
Yazdan başka, kıştan başka,
Aktan başka, karadan başka,
Özlemden başka, aşktan başka
Bugün bir başkayım
Ben: Senle ben;
Bambaşka…


Bugünü Yaşamak
Nisan yağmuru sonrasında pırıl pırıl bir güneş,
Mavi gök, pamuk helva bulutlar,
Altımda yemyeşil çimen…
Ruhum kuşlar kadar hür,
Çocuklar gibi taşkın,
Gençler gibi deli.
İçimde mavi gökyüzüyle çevrilmiş bir umut.
Tasasını çekmiyorum geleceğin,
Hiç düşünmüyorum bile geçmişi,
Bugünü yaşıyorum.
Ben bugün doğdum.
Gün bitene kadar yaşayıp güneşle yeniden doğacağım…


Yağmur
Bana yağmuru anlat,
Yağmuru anlat güzelim.
Gözlerinden süzülen ayrılık yaşlarına,
Karışan yağmuru anlat…


Doğanın Sevinçleri
Defterimin arasında kurumuş gül yaprağı
Kan damlacığım, kokun aşkım…
Nergis,
Beyaz gelinlik, kokun saflık…
Ve kadeh kaldırmışız seninle,
Öpüşen menekşe, sevişen iğde çiçekleri…
Doğanın sevinçleri, çocukları, kır çiçekleri…
Kasımpatı, papatya beyaz bulut,
Renk cümbüşü, nar çiçeğim, limon çiçeğim,
Sümbülüm, leylağım...
Baharda vadim yeşil, çiçekler gök kuşağım.
Çiçek çiçek tarlalar
Ağaçlar badem çiçeği, mercan salkım
Salkım saçak fındık gülüm, sarmaşığım
Çiçekler; doğanın sevinçleri,
Güzelliğin can bulmuş halleri.





Gonca Çiçeğim
Seni sevdim çiçek dünyasından,
Sen en güzel gonca,
İçimdeki eşsiz,
Bozkırımı cennete çeviren çiçek.

Seni özlüyorum yalnız gecelerde,
Kar yağıyor gecenin içinde sensizliğime,
Ayrılık acı,
Sensizliğin her anı hasret, zehir.

Sen bir ucundan ben bir ucundan,
Yürüdük geldik, yürüdük geldik şu küçük dünyanın,
Ve buluştuk sevginin odağında.

Sen aşkı bilmiyordun,
Ben sensizliği.
Yürüdük gittik, yürüdük gittik aşkın girdabına,
Orada sevgimiz sonsuz ve eşsiz.


Yalnızım
Yalnızım, yalnız.
Odamda tek başına.
Başucumda saat akar durur,
Tiktak, tiktak, tiktak…
Bir bağ kurarız birbirimizle,
Yalnızlığın dünyasında,
Saat ve ben tek başıma…



Sabır Taşı
Musluktan su damlaları düşüyor:
Ya sabır, ya sabır…
Bitsin artık bu hasret.
“Sabır taşına kurban olduğum” derler bizim oralarda.
Ya sabır, ya sabır…



Tren Sesi
Tren sesi, hasretlik, ayrılık, hüzün…
Yolum uzun uzun.
Tak beni peşine,
Götür beni buralardan
Yol al günlere, gecelere,
Varayım sevdiğime…


Sekizinci Gün
Sekizinci gün, ölüm gibi sessiz,
Senden ayrı sensiz.
Sen kar fırtınasına,
Ben tel çitlere hapis…
Ilgaz’a Çıkarken
Uykusuz bir gecenin ertesi
Pırıl pırıl güneşin altında yola çıktığım bir gündü
Yeşil tarlalarda vişneçürüğü meyve fidanları
Yağmurda ıslanan pembemsi yaprakların şırıldadığı bir gündü
Yollarda kiraz şarkısı ve kazların kanat sesleri
Çağlayanların coşup taştığı bir gündü
Ruhumun delicesine estiği bir gündü
Çamların altında altunî yaprakların savrulduğu bir gündü
Karlı Ilgaz’ın ışıl ışıl parıldadığı bir gündü
Yeşille pembenin seviştiği bir gündü
Bulutları avcuma aldığım bir gündü
Sevgilinin kendini doğaya bıraktığı bir gündü
Bakır cevherinin toprağı kızıla boyadığı bir gündü
Yamaçlardaki ahşap evlerin beni büyülediği bir gündü
Alabalık ziyafeti çektiğim bir gündü
Uzun yolculuğun sonunda akşam vakti
Ilgaz’ın alev alev tutuştuğu bir gündü
Güneşle hilalin göz kırpışıp cilveleştiği bir gündü
Ilgaz’a karşı tavşankanı çay demleyip içtiğimiz bir gündü
İçime sinen reçine, toprak kokusuyla,
Öyle güzel, öyle mutlu bir gündü…


Memleketim
Çamdüzü reçine kokar,
Taşucu yosun,
Evimin yolu ise yasemin, hanımeli, özlem…


Limon Çiçeği
Avucumda topladığım limon çiçeği
Bahar kokusu, rengi bir başka
Limonun yaprakları damar damar öylesine güzel
İstemsizce acı da olsa tadına bakıyorsun
Ekşi de olsa körpe meyvesini ısırıyorsun
Gölgesinde huzur bulup kestiriyorsun
Rengi, kokusuyla kendinden geçiyorsun


En Büyük Borcum
Saçımdaki bir beyaz tel;
Bir daha, bir daha…
Alnımdaki bir küçük çizgi;
Bir daha, bir daha…
Titreyen ellerim,
Siz bana ne çok şey öğrettiniz…
Gülmeyi, ağlamayı,
Ayrılığı, kavuşmayı,
Mutluluğu, mutsuzluğu,
Mücadeleyi, savaşmayı,
En önemlisi tecrübenin değerini…



EBEMKUŞAĞI SERİSİ


Alev
Parlak bir beyazla doğuyor,
Gecenin karanlığında yatan aydan daha parlak.
Kıvrım kıvrım süzülerek sarı başlıyor,
Anaforun döngüsünde sarının bütün tonları.
Kırmızı, alev alev tutuşmuş.
Yeşil tütüyor, mavi tütüyor.
Kendini rüzgâra bırakmış renkler birbirine dolanıyor.
Siyah yedi rengin tonlarını içine çekiyor,
Ejderha misali rüzgârda dans ederek yanıyor.
Kıvılcımlar o sele kapılıyor,
Siyah, sis olup göğe yükseliyor
Ve saydamlaşarak sonsuzluğun mavisinde kaybolup eriyor.

Sarı
Sarı içtim, sarı yedim,
Sarı yaşadım, sarı öleceğim,
Sarı ektim, sarı biçtim…
Ay sarı, güneş sarı
Yaprak sarı,
Hülyalar sarı
Gül sarısı: Ayrılık…
Umut, kanarya sarısı
Bereket, başak sarısı
Altın, sevincin sarısı
Sonsuzluk, bozkır sarısı
Sen yüzüne vurulduğum,
Sen canımın içi,
Sen sarı özlemimsin…
Sen sarı ışığımsın…



Kırmızı
Ölesiye öptüğüm
Dudakların kırmızı
Rüzgârda raks eden eteğin
Çingene kırmızısı
Şiir defterimin kabı kırmızı
Seni düşündüğüm, seni yazdığım
Uykusuz gecelerde
Kırmızı aşığım
Akşam vaktinde güneş göğü kandırmış
Gök kırmızı
Sana kaynayan kanım kırmızı
Allım kırmızı, canım kırmızı
Sana bir tek kırmızı gül
İlan-ı aşk…
Aşkım kıpkırmızı.



Yeşil
Dershanenin penceresinden bozkır ayazı
Ve kumruların sesleri
Doğanın ışığı yüzüme vuruyor
Işığın yansımasında yeşilin tonları
Sırtım yeşil
Dizelerim yeşilmişik
Yeşil umutlarla yeşil yeşil…
Ranzama uzanmışım, gözlerim tavanda
Rüzgârın her esintisinde tavanda yeşilin tonları oynaşıyor
Koğuşun camına çamların yeşili vuruyor.
Reçine kokuları içime siniyor
Ve çatıyı yuva yapmış güvercinlerin kanat sesleri
Yeşil yeşil uzanmışım
Yeşil çimenler ve çiçekler
Uzanıp gidiyor yeşil hayallere
Yeşil dünyalara…


Mavi
Gök mavi,
Umut gök mavi,
Sonsuzluğun ardındaki boşluk mavi…
Yüzüğümdeki taş mavi
Yosun kokar, deniz mavi
Rüzgârın sevgilisi gök mavi
Kıyıya vuran köpük köpük dalga mavi
Gece karanlık mavi
Yalnızlık koyu mavi
Mavi yola çıktım
Kadehimdeki içki mavi
Gözlüğümün ardı mavi
İçim mavi, dışım mavi
Nazar boncuğum mavi
Mavi dünyam
Morcivertten laciverte tonlar mavi
Maviyle yazılan dizelerde
Şiir mavi, ozan mavimsi
Mavi âlem
Ressamın fırçasında başka,
Doğanın elinde başka mavi














Kahve
Kahve çalımım,
Kahve çekerim, kahve kokarım.
Ayağımdaki çamur:
Toprak kahve
Seni nasıl kırsam
Kahve zincirim
Nasıl atıp kurtulsam
Kahve yüküm
Kahve kahve bakışlım
Kahve, isyan…
Kahve, yakarış…
Her şey sana mı?



01 Haziran 2016

İnsan Denen Dünya

2001, Kars


       İnsanlar artık birbirleriyle konuşmuyor adeta kendi hücrelerine çekilip kendi dünyalarında yalnızlık çekiyorlar. Sohbet etmek, konuşmak, dinlemek, dinlenmek, kaale alınmak var olmanın olmazsa olmaz gereği değil mi? Ben, insanlarla yüz yüze konuşmayı hep yeğledim. Nedense sohbet ortamlarında insan olduğumun bir kez daha farkına varıyorum. Ruhumda sakladığım gerçek beni sanki bir ayna misali yansıtıyorum.
            Büyük eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç'un bir yazısında da belirttiği, benim de canı gönülden katıldığım gibi mektuplar, insanların görüşlerini bütün çıplaklığı ile aktarıldığı bir yazı türüdür. Bütün okuyucularımla bir araya gelemiyorsam, en güzeli olan yüz yüze konuşmayı sağlayamıyorsak, duygularımı, görüşlerimi içimden kopup gelen düşüncelerimi mektup tarzında ama uzun bir mektup olarak aktarayım, paylaşayım istiyorum. Bunu yaparken de okuyucu ile etkileşim kurmak da istiyorum.
            Her nasıl adlandırılırsa inanamayacaksınız ama benim ileriyi görme gibi -aslında pek de matah olmayan bir özellik- bir yetim var. Görüyorum hepinizin gözlerinin içini görüyorum. O ışığı görüyorum. Her insan büyük bir potansiyel, bir dünya… Doğru bilinci alıp, geliştirilebildiği takdirde her insan için gelecek parlak, hayat inanılmaz güzel. Unutmamak gerekir ki istemeden, inanmadan, çaba göstermeden bu güzelliği yakalamak da mümkün değil.
            Mektubumda yazılanlar sizle benim aramızda bir köprü. Her okuyucunun algısına göre, bilincine göre özel bir sır. Belki yazılanları kendiniz yorumlar, kendinize mal eder, belki de sadece kendinize saklarsınız. Belki böyle daha güzel olacak, başkalarıyla paylaştığınızda belki büyü bozulacak. Baştan belirtmek de istiyorum ki mektubumda yazılanlar mutlak doğrular değil. Her satırı okuyucum düşünüp kendi kalbi ve aklı ile değerlendirmeli.
            Mektubumdaki ifadelerin bazıları belki bir asırlık bir insanın ağzından çıkmışçasına öğüt cümleleri olabilir. Öğüt verme, nasihat etme düşüncesi olamadan kaleme aldığımı bilmenizi isterim. Amacım sizlerle sadece paylaşmak. Bir düşünce ışığı vererek kapıyı aralamak, önünüzü aydınlatmak. Bir de şu var ki bu mektubu kaleme alırken pek fazla edebi kaygılar taşımıyorum ve içimden geçenleri o anki heyecanı ile yazıyorum. Yazıyı kaleme alırken; anlam bütünlüğü bozuluyor, yazının çatısı bir sıra takip etmiyor, daldan dala atlayarak anlaşması zorlaşıyor olabilir. Bu yazıyı kaleme alan ben aslında bir askerim. Pek zamanın yok. Beni anlayışla karşılayıp sabırla okumaya devam edeceğinize inanıyorum. İnanın buna değecek.
            Konuşmaya nazaran yazmak katbekat daha kadar zor. Burada yazdıklarım hakkında belki sizlerle yüz yüze gelebilsek, günlerce konuşabiliriz. Evrende uzaklaşıp giden, dolu dolu, geniş mekânları dolduran laflar edebiliriz. Fazla ayrıntıya girmemeye çalışacağım. Hayat ve anlamını çözen okuyucularımın “güzellikler ayrıntıda gizlidir” dediklerini duyar gibi oluyorum. Mektubumda sizlere mesajlarımı aktarmayı ön planda tutuyorum. Belki, bilimsel olanı değil, kendimce daha anlaşılabilir diye düşündüklerimi veya kafamda canlandırdıklarımı kendimce doğrudan ifade eden kelimeler yığınını kullandığım için beni eleştireceksiniz. Aslında özellikle yazılarımda Türkçe’yi doğru kullanma konusunda çok hassas biriyimdir. Ama bu sefer böyle sohbet havasında çalakalem yazmayı yeğliyorum.
            Yaşam akıp giderken anlamını çözmeye çalışmayız, sorgulamayız ya da çözmeye çalışmak, bize ayrı bir yük getirir. Bazı insanlar sırf yaşam gailesindedir, temel ihtiyaçlarına odaklanırlar ve etrafta ne olup bittiğine yeterince ilgili değillerdir. Bu arada birçok güzellikleri de ıskalarlar. Tercih tamamen senin. Benim anacığım ilkokul mezunudur. Aldığı eğitim ve kültür düzeyi belli. Akşam kocası işinden evine döndüğünde önüne bir kap yemek koyabiliyorsa, ayda yılda bir uzaktaki çocuğu telefonla da olsa arayıp; “anacığım nasılsın diyebiliyorsa dünyanın en mutlu insanı O. Ama ikinci gruptakiler: Aydınlar, yani siz -sizi kategorize edip yolunuzu zorla çizdim galiba- Çünkü bu satırlara ulaştınız. Onlar sadece yemek, içmek, uyumak, üremek gibi duygularla –duygu demek duyguları hafife almak olacak sanırım, biz en iyisi dürtü diyelim- hareket etmezler. İnsan ruhunu, hayatın anlamını gizemini çözmeye çalışırlar. Onlar İsrail-Filistin çatışmalarında ölen insanlara, büyük şehirlerin sokaklarında sefalet içinde yaşayan çocuklara,  vb. -vb. diye ne çabuk geçiştirdim-  üzülürler, kendileri için sorun edinirler. Onlar için mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk adeta haramdır.
            Kişilerin temel hedefi özüne ulaşmak olmalı. Bu yüzden ilk devrimin bilinçte gerçekleşmesi gerekir. Karakuşi bir yaklaşımla hedeflere ulaşılması mümkün değildir. Kişileri, olayları, dünyayı doğru algılayamayan doğru eylemlerde bulunamaz. Dolayısıyla doğru sonuçlara ulaşamaz. Yani dünyaya bir başka gözle bakmayı öğrenmek, insanlık bilinci ve onuru çerçevesinde bakmayı öğrenmek... İlk açılım bilimsel mantığın anlaşılması. Bilimsel mantığın bilincine eren insan doğruya saygı gösterir, Yalan söyleyemez. Bilimsel mantığı temelinde ise şüphecilik yatar. Okuduğun, gördüğün şeylere, sana anlatılanlara kocaman bir ‘ACABA’ de. Acaba doğru mu? Yanlış olma ihtimali var mı? İşte bu sorular seni incelemeye, araştırmaya iter, gözlem yapmaya zorlar. Seni geliştirir. Seni hedefe yoğunlaştırır. Zamanla göreceksin ki her eğilimini bir kusurmuş gibi algılayıp, hep çırpınacaksın, hep bilgisizliğin susuzluğunu çekeceksin. Her yeni öğrendiklerinde cehaletini göreceksin. Her yeni öğrendiğinin sonuna nokta değil virgül koyacaksın.
            Öze ulaşmada ve uygar insan olmada kazanılması gereken değer ve bilinçler: Hakkaniyet “Haklıysan Güçlüsün”, Kişisel Bütünlük, İnsan Onuruna Saygı, Hizmet, Sevgi… Kısmetse bunları ayrı bir yazımızda inceleriz.
            Genel okumalar için bazı kavramlara hâkim olmak gerekir: Tez, sentez, antitez, sentez ve realizm romantizm, komünizm, faşizm, sosyalizm, nasyonal sosyalizm ne demek? Aslında bir kavram kargaşasına itildiğimiz ortamda kullandığımız bazı kavramların tanımını vererek bu yazının içeriğinde hangi anlamda kullanıldığını ortaya koymak gerekirdi sanırım. Ama kavramların tamamını almamız hem mümkün değil, hem de güttüğümüz maksadı aşar. Her çocuğun ve insanın bir okuma programı olması ve önceliklerinin olması gerektiğine inanıyorum. Böyle bir program için yol gösterici bulamayan insanlarda kaybetmiş sayılmaz Bilimsel mantık özümsenmişse her şey çözülür. Şu anda ortada olan her gerçekliğin bir süreçten geçtiğini, bir tarihinin olduğunu unutamamak gerekir. Her şey birdenbire olmadı (Sadece iki şey birdenbire oldu ve olur. Şimdilik bu konuya kafa yormadan geçelim). Hepsi bir birikimin sonucu. Tarihi bilmek anlamayı kolaylaştırır. Burada anlatmak istediğim savaşların tarihi değil. Güç mücadelesinin, düşüncenin, bilginin, sanatın, işin, insanlığın, medeniyetin tarihi.
            Günümüz dünyasına hâkim olan sembollerdir. Hani içinde bulunduğumuz çağ için diyorlar ya; uzay çağı, bilişim çağı vb. Bence Sembol Çağı, İletişim Çağı. İnsanlar ve teknoloji iletişimi semboller kullanarak sağlıyor. Sağ elin işaret ve orta parmağını ayrık olarak havaya kaldıran insan “zafer” diye bağırıyor. Sembol çarpıcı, vurucu; görmek sözden üstün.                -Görmenin de en üstününün gönül gözüyle görmek olduğuna inanıyorum. Zafer işaretinin kökenini araştırdığımızda parmakların şekli aslında “V” işareti(harf yapıyor. İngilizce'de Victoria(zafer) sözcüğünün baş harfi. (Bu işareti ilk kim, ne zaman kullanmış, kökeni nedir ve nasıl bir tarihsel gelişim geçirmiş çok önemli ama burada uzun uzun anlatamaya yer ayırmayalım.) Yaşananları zaman, mekân(yer), amaç ve gereksinim boyutuyla görmeli. O zamana, o yere göre değerlendirmek gerekir demeye çalışıyorum. Bir fanilanın üzerindeki etikette üçgen geometrik şeklin üzerindeki çarpı(X) sembolü görebiliyoruz. Bu çamaşır suyu kullanılmaz anlamına geliyor vb., vb. İnsanlar sembolleri, karayolu trafik işaretleri gibi artık tekörnekleştirmişler ve küreselleştirmişler. Kimse cep telefonlarından uzun uzadıya gülünç bulduğu şeyi anlatmaya çalışmıyor. Buna zamanını da yok. Karşı tarafa iletişimini bir sembolle iletiyor. İki nokta kapa parantez [ :) ] bitti… Önemli olan okunanlar da, görülenler de, söylenenler de kullanılan sembollerin anlamını çözmek. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru sembolün üzerine duyguları da yükleyerek kullanmak. Doğru iletişimi kurmak. Kendinle, kitabınla, görsel iletişim vasıtalarıyla karşısındakiyle… Kültürel, cinsiyet, satatü farklılıkları ve teknolojik yetersizlikler de eklenince iletişim kazaları da meydana gelebiliyor. Aslında dil de bir sembol, duyguların, iç dünyanın dışa vurumu. Ancak tek başına dil yalın kullanıldığında doğru iletişim tam anlamıyla kurulamaz. İnsanlar söylenenleri pek dinlemezler. Sözden çok sözü kullananın konuşma tonu daha kalıcı olur. Görmek isterler, karşısındakinin vücut diline daha çok önem verirler. Jestlerini, mimiklerini ön planda tutarlar.
            Bazı insanlar özlerini bulmak için duyularını aşırı uyarmak ya da duyularını mahrum bırakma metotlarını kullanmışlardır. Duyuların aşırı uyarılması semazenlerin(Mevlevi kültüründeki) bilincin kaybedildiği vecd durumuna kadar dönüp, dans etmeleri, Afrika savaşçılarının ve Karayip tarikat üyelerinin vahşice davullar ve ritmik el çırpma eşliğinde  çılgınca dans etmeleri, Hristiyan dindarların her yerlerinden kan çıkana kadar kendilerini kırbaçlatmaları, Hint fakirlerinin çivili yataklara uzanmaları, Zen ve Japon rahiplerin donmuş su ve çağlayanlar altında durmaları, Kızılderililerin güneş altında susuzluk çekmeleri, Tibetli arayıcıların karlı dağlarda çırılçıplak durmaları vb. sıralanabilir. Yoga felsefesi, meditasyon, transal meditasyon, vb. adı geçen teknikler de duyuların mahrum bırakılması ile öze ulaşma yöntemleridir. Bu teknikler duyuların geri çekilmesi ile başlar.
            İnsan olmanın doğasında hata yapmak vardır. Bir ideal olmanın ötesinde mükemmellik, hata yapmamak bir kavram olarak zaten bizatihi kendisi yanlış bir kavramdır. Kendine güveneceksin, açık olacaksın, hata yapmaktan korkmayacaksın. Unutma, çocuklar düşe kalka yürümeyi öğrenirler. “Önemli olan düşmek değil, düştüğünde kalkabilmektir.” Ama kanatlanmadan uçmakta açgözlülük değil de nedir sizce? İnsanlar yemek, içme, uyumak, üremek dürtüleriyle hareket ettiklerinde tıpkı hayvanlar gibidirler. İnsan yaşamında bilinçli davranış özel yaşantıdır. Söyleyemediklerimiz, yapamadıklarımız; söyleyip, yaptıklarımızdan binlerce kat daha fazla. İnsan beyninin kapasitesinin çok küçük bir kısmını kullanıyor. İnsan yaşamında duyduğu ihtiyaçları karşılayamazsa strese, gerileme girer. İhtiyaçlarını hemen karşılamayı alt benlik, dürtü ve enerjimizin kaynağı emreder. Benlik ise -dünyayı kavrama gerçeği, deneme ve kabul edilme sorumluluğundan doğmuştur- ihtiyaçları karşılarken düzen dışı davranışları göz önünde tutar. “Gerektiği yerde, gerektiği gibi, gerektiği zaman davranmayı öngörür.” Üst benlik; kültürün, toplumsal değerlerin, din ve ahlaksal değerlerin ve kurallarının oluşturduğu, bu değer ve kurallara göre işleyen, bunların koruyuculuğunu yapan bir sistemdir. Amannnn ben ne yapıyorum. Kafanızı iyice karıştırdım. Kısaca; her istediğimizi söyleyemeyiz, yapamayız !!! Her köşe başında satılan bazı temel psikoloji kitaplarında bunlar zaten var. Hayatı anlamak için ilk önce bunları öğrenmek gerekir sanırım.
            Biraz da felsefe yapalım… Felsefenin azı insanın dengesini bozabilir, tutarlılığını ortadan kaldırabilir. İnsan beynini hımmmm, şeyyyy gibi bilinmezlerin dipsiz kuyusuna atabilir. Anlayacağınız, tabiri caizse insanı dinden imandan çıkarabilir. Felsefenin maksadını, tarihini bilmeden felsefeye girmek çok tehlikeli olabilir. Gelin şimdi sizlere dilimin döndüğünce bildiğim kadarıyla felsefenin amacını ve tarihini kısaca anlatmaya çalışayım Ama önce felsefenin anlaşılır bir tanımını yaparak işe başlayalım. “Bilimlerin bilimi, hayatın ve evrenin özünü arayan disiplinler üstü bir disiplin.” şeklinde tanımlayabiliriz sanırım.
            Her şeyin bir kurucusu, mimari olduğu söylenir. Geometrinin kurucusu Öklit, mekaniğin kurucusu Arşiment (Hani şu hamamdan çırılçıplak fırlayan, buldum buldum, evreka…),  fiziğin kurucusu Galileo,  kimyanın kurucusu Claud Bernand. Ve… felsefenin babası THALES’tir.  
            “Kimse bilerek kötülük işleyemez” -Sokrates.  Solon der ki…: “Hiçbir şeyde aşırı olma.” “Kendini bil.” der Khilen.
             “Yaptığını düşün, çok dinle, yerinde konuş.” -Bias. Ne doğru söz ki: “Kendine kötülük hazırlar başkalarına kötülük hazırlayan.” -Hesiodos. İlk diyalektikçi(karşıt düşüncelerden doğruya ulaşma diyebiliriz.” Herakleitos: “Evrenin temeli değişimdir, akıştır. Aynı ırmağa iki kez giremezsin. Çünkü her girişinde üzerinden yeni sular geçer.” Burada kısa bir anektod aklıma geldi. Einstein öğrencilerine yazılı sınav yapmak üzere sınav kâğıtlarını dağıtır. Uyanık öğrencilerinden biri: “Hocam bu sorular geçen yıl sorulan sorular.” diye seslenir Einstein cevap verir. “Evet haklısın. Sorular geçen senenin soruları. Ancak, üzerinden bir yıl geçti. Sorular aynı sorular ama cevaplar değişti.” Diyalektiğin bilinen kurucusu ise Zenon’dur.  Evrenin ve yaşamın özü: Atomdur, sudur, havadır, ateştir, nimettir, sayılardır, birliktir, insandır derken şu söz çınlanır felsefe tarihinde: “Kendini tanı, erdem bilgidir.” –Sokrates.
            Kuşku? -“Düşünüyorum öyleyse varım.” -Descartes. Anlamak için inanıyorum.” der Anselmus. “Yanılıyorum öyleyse varım.” İnsanım insan…
            “Vahdet-i Vücut, Terk-i Dünya” der tasavvuf. İnkârın inkârcısıdır: Hegel.
            “ Can mülkün armağanı sensin
              Tendir bu cihan ki canı sensin" -Nesimi.

            “İlmelyakin(bilme), Aynelyakin(görme), Halkelyakin(olma)” der: Şeyh Bedrettin. “Mutluluk insan ruhunun kendisini artmasıdır, temizlemesidir, faal akla yönelmesidir; insan insanın kurdudur.” -Thomas Hobbes. “Anlayışın gücünde Tanrı’nın insanoğlunu değil; Tanrı’yı ve dünyayı insanoğlunun yarattığını” öne sürer Croce. Tarihçi bir yaklaşımla “mutlak tarihçilik” der.
            Marx'ın diyalektik materyalizmi… Simone de Beauvoir ve Sartre varoluşçudur. “İnsan varlığının bilincindedir”, “İnsan özgürlüğe mahkumdur.” der: Sarte.
            1960 kuşağı... bu sembol hatırlarsınız. Sembol sizlerde neyi çağrıştırıyor? “Barış, barış” diyerek bütün dünya gençliği ayağa kalkar. Hippiler, punkçular… Feng-Shui felsefesi der ki: Her iyi'nin içinde bir kötülük her kötülüğün içinde de biraz da olsa iyilik vardır. İyilik ve kötülük, Ying ve Yang birlikte bütünü oluşturur. Hadi düşünün, bu sembolün (   ҉   )  ne olduğunu, neyi anlatmak istediğini çözebilirsiniz. Çözemezseniz üzülmeyin. Bilimsel, araştırıcı mantığı kavradığınızda mutlaka çözersiniz. Anlayacağınız herkesin söyleyecek bir sözü varmış ve bir şeyler söylemiş…
            Felsefe sürekli bir hayır de iş aracılığı ile eveti bulmaya çalışmaktır. Evet bulunduğu zaman, onu irdeleyip eleştirerek aşmaya yönelmek, yeni yeni hayır deyiş aracılığı ile eveti bulmaya çalışmaktır.
            Kafalarınızı amma da karşıladım ha! Neyse sadete gelelim… Her şeyin sonu, özü hayat tecrübem ve okuduklarımın bende bıraktığı izlerle sizlere sesleniyorum. Sizlerle paylaşmayı sevdiğim için, bu borç bana yüklendiği için yazmaya çalışıyorum. Belki bir ışık alırsınız ve çıktığınız hayat yolunda zaman kazanırsınız. Her şeyin özü insanın huzur ve esenliği, insanın kendisini mutlu kılması. Bu ruh sağlığının öznel ölçütü. Başkalarıyla doğru iletişim kurmakta nesnel ölçütüdür. İnsan önce kendisiyle barışık olmalı, kendisiyle doğru iletişim kurmalı. Kimya okudunuz mu bilmiyorum ama en mükemmel bileşik: Kendinizsiniz. Bunu sık sık kendinize tekrarlayın. En mükemmel bileşik benim. Geçmişinizde boğuşmayın geleceğe bakın. Görebiliyorum; okuyucularım yaşamın özüne, huzur ve esenliğe ulaşacaklar.
            Bu anlattıklarım huzur ve esenliğe ulaşma yönünde belki ilk adım. Okuyacaksınız göreceksiniz dinleyeceksiniz belki hayata başka bir bakış açısıyla bakacaksınız. Din de insanlık için vardır, dünya da, evrende. Huzur ve esenliği yakalayacaksınız.

            İnsanlar huzur ve esenliği yakalamak için çok mütevazı yaşamalı. “Basit yaşa ki başkaları da var olabilirsin.” -Gandi. Heyecanı sanatta, resimde, şiirde, müzikte aramalı. Kişi; kendisiyle, diğer insanlarla, sair yaratıklarla, çevresiyle barışık olmalı, uyumlu olmalı. Esen kalın, huzur içinde yaşayın.

30 Mayıs 2016

Güvenlik ve Gelişim

2003, Kars


        Güvenlik, insanlarda doğal bir dürtü ve temel bir fiziksel ihtiyaç olarak kendini gösterir. Yaşamını sürdürme, daha da genişletirsek yaşanılan zaman diliminde ve gelecekte varlığını sürdürmek ve var olabilmek.
          Âdem babamız ile Havva anamızın çocukları Habil’le Kabil’den bu yana insanlar birbirini öldürüyor. Bu konu birçok kutsal kitabın içeriğinde ayrıntısıyla yer alıyor. Kabil, neden öldürdüğü bizim inceleme alanımıza girmiyor ama temelde kıskançlık yüzünden diğer kardeşi Habil’i öldürür. İnsanoğlunun çamurdan yaratıldığı için midir nedir bilinmez hep bir kötü tarafı vardır. Diğer yandan eğer dünyada kötü, kötülük olmasaydı iyinin iyi olduğu, nasıl anlaşılabilirdi ki? Bu olayı toplumların, ulusların boyutuna taşırsak sonuçta kavgalar ve savaşlarla dolu dünya gerçeği karşımızda anlam buluyor. Dolayısıyla Habil’le Kabil’den bu yana savaşlar var diyebiliriz. Bugün yeryüzünde örgütlenmiş toplumların, devletlerin kendi güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaları için bir kuvveti, ordusu, silahlı kuvveti var. Tarafsız statüde bulunan İsviçre’nin halen görevde bir ordusu bulunmasa da iyi bir seferberlik, yani barış durumundan savaş koşullarına geçişe yönelik sistematik bir hazırlığı olduğu, örgütlendiği biliniyor. Askerlik çağında bulunan eli silah tutan vatandaşlarının evinin bir köşesinde silahı, teçhizatı hazır ve gerektiğinde teçhizatını kuşanıp, silahını alarak kendi silahlı kuvvetlerinin içinde görev alabiliyor.
       Ülkeler için güvenlik bir ihtiyaç ve var olabilmenin bir koşulu. Aynı zamanda bazı araştırmacılar tarafından vatandaşının güvenliğini sağlaması devletin temel unsurları arasında gösteriliyor.
            Bizde ve dünyada tarih denilince maalesef hep savaşların tarihi akla geliyor. Kimle kim savaşmış, sonunda kim galip gelmiş, hangi anlaşmalar yapılmış falan, filan… Bu güne kadar aldığım örgün eğitim boyunca ve girdiğim sınavlarda hep bu konularla karşılaştım ve bu konuların cevaplarını bir papağan gibi ezberlemek zorunda kaldım. Savaşlar aslında bir sonuç. Esas işlenmesi gereken güç unsurlarının mücadelesi, paylaşımın savaşı, var olabilme savaşı. Aslında esas olan savaşların, güç mücadelesinin tarihi değil: İşin tarihi! İlk ateşi kim bulmuş, tekerleği kim icat etmiş, yazıyı kim bulmuş? Bunlar çok önemli. Benim için en önemli buluş; geçmişte tekerlek, günümüzde ise internet. Tekerlek ve internet sayesinde insanlar bir yerlerden bir yere daha kolay ulaşmış, bilgi ve kültürlerini paylaşmışlar. Paylaşma ve ortak aklın gelişimi ile medeniyetin gelişimi de hızlanmıştır. Bugünkü insanlık medeniyeti, paylaşım ve birikimin bir eseri. İlk insandan bu yana tarihsel süreçte yaşayan her bir kişinin yaşadığımız medeniyete az ya da çok katkısı var. Bu katılım ile bilgi ve hayata yönelik uygulamalar birike birike bu günkü uygarlığa ulaşmıştır. Hiçbir şey birden bire var olmadı ve olmazda. İletişim ve paylaşım arttıkça insanoğlu daha da artan bir ivmeyle gelişmeye devam ediyor.
            İş, emek kutsaldır ve bu kutsallığa atfen bugün eğitim sistemimiz içinde önemli bir yeri olan işe yönelik eğim kurumlarına karşı büyük bir sempati duyuyorum. Yani meslek liseleri, halk eğitim merkezleri, çıraklık eğitim merkezleri vb.
            Cumhuriyet tarihinde Kurtuluş Savaşı’ndan sonra verilen medeniyet savaşında, cehaletle savaşta, yoksulluğun yenilmesinde o dönemin koşullarına göre büyük bir devrim sayılabilecek olan Köy Enstitüleri büyük bir yer tutar. Yazık ki siyasi bazı çekişmeler ve yozlaşma bu çok faydalı eğitim kurumlarının kapanması ile sonuçlandı. Topluma kattığı olumlu çalışmalar ve yetiştirdiği değerler tartışılmaz. Bazı sorunları da içinde barındırdığı konuşulmakla birlikte bu günden bakarak değerlendirmek bizi bir sonuca götürmez.
            Yaşananları tarih, zaman, mekân  (yer), amaç ve gereksinim boyutu ile görmeli. Köy Enstitüleri de değerlendirilirken bu bakış açısı gözden kaçırılmamalı diye düşünüyorum.
            Yukarıda anlatılanların ışığında “Millî Güvenlik” kavramını kısa ve öz olarak; “Bir örgütlü toplumun ve devletin varlığını sürdürmesi ve geleceğini sağlaması için alınan tüm tedbirler diye tanımlayabiliriz.”
            Ülkemizde millî güvenlik denilince nedense akıllara ilk önce tek tip kıyafet (üniforma), askerler gelir. Oysa millî güvenlik çok boyutlu bir kavram. Millî güvenlik kavramının içerisinde siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel boyutlar da var. Görüldüğü gibi askerî boyut sadece konunun bir yönüdür. Yanlış bir algıyla millî güvenlik denilince askerler akla geldiği gibi, millî güvenlikten de askerlerin sorumlu olduğu düşünülür.
            Millî güvenlik, millî güç unsurlarının etkin ve verimli kullanılmasıyla sağlanır. Millî güç unsurları ise siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel, askerî, nüfus ve demografik güç, bilimsel ve teknolojik güç, coğrafi güçtür. Bu unsurlar, eşgüdüm halinde ve bir hedef doğrultusunda kullanılmasıyla hedefe ulaşılır. Unutulmamalıdır ki Montaigne’nin dediği gibi “Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez.”
            Ülkeler açısından konuya baktığımızda millî güç unsurlarını halk adına kullanan ve yöneten güç, erk millî güvenlikten sorumludur. Bu erk, anayasamıza göre yürütme kuvveti, yani cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur.
Daha Cumhuriyet’in kuruluşunda ülkenin refahı ve kalkınması, halkın gönenci için millî güvenlik üzerinde durularak; bu alandaki en önemli bakanlıkların isminin başına millî sözcüğü konulmuştur: Millî Savunma Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı.
Her insanın bir hedefi olmalı ve bu hedef doğrultusunda yaşamına yön vermeli. Çünkü yaşam enerjisinin kaynağı ve yaşama anlam katan hedeflerdir. İşte insanların hedefleri olduğu gibi toplumların ve devletlerin de bir hedefi olmalı ve tüm ulusa mal edilmeli. Türk ulusu için ana hedef Önder Atatürk tarafından verilmiştir. Bu hedef: “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve bu düzeyin üzerine çıkmak.” Ancak bu ana hedef altında stratejik yönetimin de bir gereği olarak siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel, askerî, nüfus ve demografik hedefler, bilimsel ve teknolojik hedefler somut olarak ortaya konulmalı. Bu alt hedefler, ana hedef ışığında ve onunla aynı doğrultuda olmalı. Bu alt hedeflerin altında lego mantığıyla daha alt seviyede hedefler ve onun altında proje ve faaliyetler yer almalı. Esas olan ana hedefi ortaya koymak ve ulusa mal etmektir, gerisi kolay. Ana hedefin altı bir irade ortaya konulmuşsa yolda da doldurulur. 
Atatürk döneminde bu konuda güzel örnekler verilerek kısa sürede Türkiye uygarlık dünyasında hak ettiği yeri almıştır. Sonra ne olduysa hedefsiz kalınmış ve bir geriye gidiş başlamıştır. Burada olumsuzluk yaymak da istemiyorum. Öte yandan aslında bir gelişmede yok değil. Ama bu gelişme istenen düzeyde değil ve çok yavaş. Bazı ülkeler ise büyük bir ivme ile gelişiyor ve insanlarına daha iyi hizmet ve refah sunuyor. Karşılaştırınca bu ivmenin yanında bizim gelişmemiz yetersiz kalıyor ve aradaki gelişmişlik makası her geçen gün açılıyor. Bu durum bize önderimiz Atatürk tarafından verilmiş olan “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve bu düzeyin üzerine çıkmak”  hedefine ulaşmamızı engelliyor.
Bugün dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin o toplumun önderleri millî hedefini bilir, ortalama vatandaş da çalışması ile ülkesinin hedeflerine hizmet ettiğine inanır. Japonlar Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombaları sonucunda kaybettikleri II. Dünya Savaşı’ndan çıktıkları zaman hedeflerini belirleyerek hep birlikte and içmişler: Japonya ekonomisi 100 yıl sonra ABD ekonomisinden daha güçlü olacak. Gün gelecek Japon yeni, ABD dolarından daha değerli olacak. Bugün örnek olarak Malezya da, 20 yıl sonra dünyanın en zengin beş ülkesi arasına girmeyi hedeflemiş ve insanlarını bu hedefe yönlendirmiş. 20 yıl, 100 yıl insan yaşamı için uzun bir süre ancak ülkelerin tarihi için bu çok kısa bir zaman dilimi.
Zamanında ülkeyi demir ağlarla örmek nasıl bir hedef olarak verilmişse şimdi de buna benzer hedefler belirlenmeli. Örneğin Van Gölü ve çevresini gelişmişlik ve sanayi açısından ikinci bir Marmara Denizi haline getirmek, her türlü eğitim ihtiyaçlarını ücretsiz karşılamak vb. Bu hedefler, bir yerde millî güç unsurlarının fonksiyonel bölümlendirmesinin yapıldığı bakanlıklar düzeyinde rahatlıkla ortaya konulabilir. Daha sonra bu hedefler altında alt hedefler belirlenebilir ve bu hedeflerin sorumluluğu için bakanlık birimleri görevlendirilebilinir. Türkiye’de başarısı kanıtlanan bölgesel kalkınma modelleri de stratejik hedefler hiyerarşisinde yer alabilir.
Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından Çetin Altan’ın düşü olan köylülerin tenis oynaması, belki hayali gibi görünse de bir hedef olarak konulabilir. Hedeflerin smart olması önemli ama hedefsizlik daha da kötü bir şey. Öte yandan her şey hayalle başlar. Kaldı ki  köylülere tenis oynatmak için tenis sahalarının yapılması inşaat sektörüne canlılık kazandırabilir. Köylülere yönelik tenis raketi tasarımı spor malzemesi üreten firmaları araştırma ve geliştirme faaliyetlerine sevk ederek daha hafif, daha dayanıklı ve daha ucuz malzemelerin geliştirilmesine yol açabilir. Geliştirilen teknoloji örneğin otomotiv sektöründe de kullanılarak gelişme yayılabilir. Bu örnekleri Kenedy’nin ulusuna uzaya çıkma hedefi örneğinde olduğu gibi çoğaltmak mümkün. Yeter ki hedef belirlenip o hedef doğrultusunda bilimin yol göstericiliğinde yılmadan çalışılsın.
Benim beş yaşında bir oğlum var adı: Burak. Uzakdoğu sporlarına çok meraklı. Burak, evde teak-wando, kung-fu, aikido yapıp hepimizin canına okuyor. İşte öykü bu ya, Burak’ın bir benzeri de Japonya’da yaşıyormuş: Burakito. Burakito, küçüklükten itibaren teak-wandoya merak salmış. İlla ben teak-wandocu olacağım, dünya şampiyonu olacağım. Evde bakmışlar olmuyor en sonunda annesi babası Burakito’yu bir kursa yazdırmışlar. Burakito sevinçten havalara uçuyor, var gücüyle çalışıyormuş. Gel zaman git zaman kader kötü ağlarını örmüş ve Burakito kötü bir kaza geçirmiş. Burakito maalesef sağ kolunu kaybetmiş. Bundan sonra Burakito için hayat zehir olmuş. İçine kapanık, kimseyle konuşmayan, çevresiyle ilgilenmeyen bir çocuğa dönüşmüş. Bu durum Burakito’nun okulunda derslerinin kötüleşmesine de sebep olmuş. Bu duruma çok üzülen anne ve babası oyalansın diyerek teak-wando kursuna yeniden göndermeye karar vermişler ve O’nu ikna etmişler.  Burakito’nun hocası, Burakito’nun tekrar kursa dönmesine çok sevinmiş ve O’nu yakın takibe alarak sıkı bir şekilde çalıştırmaya devam etmiş. Burakito’yu tek bir hareket üzerinde yoğunlaştırmış ve aynı tekniği defalarca tekrarlamasını sağlamış. Hep aynı hep aynı hareket bir süre sonra Burokito’yu sıkmaya başlamış ve durumu hocasına açmış. Hocası: “Bu hareketi dünyada en hızlı ve en doğru yapana kadar çalışmaya devam edersen dünya şampiyonu olabilirsin.” demiş. Burokito sözün ikinci yarısını pek anlayamamış ama bir şekilde azimle çalışmaya devam etmiş. Derken dünya şampiyonası zamanı gelmiş çatmış. Hocası yarışmalara Burokito’yu da götüreceğini söylemiş. Burokito bu söz karşısında kulaklarına inanamamış, biraz da kırılmış. Hocam herhalde bana acıyor, avunmam için beni de götürüyor diye düşünmüş. Hocası ise sürekli tekrarlıyormuş: “Çok çalışın, kendinize güvenin gerisi gelir.” Derken, yarışmaların yapılacağı salona gelinmiş. Dev bir salon, seyirciler müthiş, herkes çok heyecanlı. Burakito ilk maçına çıkmış ve daha maçın ilk saniyelerinde tek bir hareket ve rakibi yerde. Burakito buna inanamamış ama müsabakalara da devam etmiş. İkinci, üçüncü karşılaşma derken Burakito bir anda finale yükselmiş. Burakito bu duruma şaşmış kalmış. Hocasına çıkmış: “Hay Sensei. Beni mazur görün. Buraya kadar geldim. Herhalde ben bir rüyadayım ya da bu bir şans olsa gerek. Dünya şampiyonu olmam mümkün değil, hem de bütün dünyaya rezil olmak istemiyorum. Artık şampiyondan çekilmek istiyorum.” Hocası Burakito’yu silkeleyerek: “Titre ve kendine gel. Çok çalıştın, kendine güven, çık mindere merak etme gerisi gelir.” Hocasının motivesiyle Burakito final maçına çıkar. Salondan çıt çıkmıyor. Herkes maça kilitlenmiş, heyecan had safhada. Derken müsabaka başlar ve Burakito’dan yine tek hareket ve Burakito dünya şampiyonu. Burakito omuzlarda, salon alkıştan, tezahürattan inliyor. Burakito ise sevinçten, hedefine ulaşmanın mutluluğundan havalara uçuyor.  Burakito madalya töreni sonrasında hocasının yanına gelir ve: “Hocam size minnettarım, hala inanamıyorum. Ben dünya şampiyonu oldum. Peki, ama tek kolla nasıl oldu?” Hocası cevap verir: “Burakito, birincisi sen çok çalıştın, sonuçta bu hareketi dünyada en hızlı ve en iyi yapan durumuna geldin. İkincisi, kendine güvendin ve mindere çıktın. Üçüncüsü, bu hareketten tek bir kurtulma, savunma tekniği vardır, o da rakibinin senin sağ kolunu tutmasıydı.” Sonuç olarak fazla söze ne hacet. Hedefimizi ortaya koyarsak, bu hedef doğrultusunda bir program dâhilinde yılmadan çalışırsak ve kendimize güvenirsek ve de karşımıza çıkan engelleri  akıllıca aşarsak ulaşamayacağımız hedef yok.
İnsanın her zaman kendisine saygısı olmalı. Kendine saygı, ruhsal denge ve huzurun ilk çıkış noktası bence. Kendine saygı üzerine çalışma ve emekle kendine güven inşa edilir. Kendine güven de başarıyı getirir. Bütün bunlar için insanda var olması gereken temel değer; kişilik, kişisel bütünlüktür. Prof.Dr.Devlet Bahçeli’ye atfedilen kişilik üzerine güzel bir hikaye var. Öğrenciler dersine girecekleri hocayı beklerken, sürü psikolojisine uyarak çok gürültü yapar ve çevreyi rahatsız eder. Bu arada orada bulunan Bahçeli, amfiye girer ve sertçe masaya çantasını bırakarak öğrencilerin dikkatini toplar. Oluşan sessizlikte tahtaya kocaman “bir” rakamı çizer. “Bu kişiliktir. Üniversiteyi bitirirsiniz yanına bir ‘sıfır’ koyarsınız, lisansüstü eğitim yaparsınız bir ‘sıfır’ daha koyarsınız. Çalışma hayatına atılırsınız yeni ‘sıfırlar’ eklersiniz. Bu artar gider.” Daha sonra eline silgiyi alarak “bir” rakamını siler. “Bir kişiliktir, o olmazsa geriye kalanların, emeklerinizin hiçbir anlamı ve değeri yoktur.”
Kendimize, milletimize güvenmemizi sağlayan değerlerimiz aslında tarihimizin sayfalarında saklı. Atatürk gençliğe seslenirken: “Muhtaç olduğun kudret damarlarında asil kanda saklı.” diyerek bunu çok güzel ortaya koymuş. Çarpıcı bir örnek olduğu için burada temizlik konusuna değinmek istiyorum. Biz Türklerin Orta Asya’dan beri temizlik kültürü var. Hamamların, banyoların yaşantımızda ayrı bir yeri vardır. Bu konuyla ilgili birçok atasözü, deyim ve halk hikayesi tarzı öykü kültürümüze girmiş. Bu satırları yazarken Kars’ta yaşıyorum. Bakıyorum sağıma soluma her köşe başında özellikle Osmanlıdan kalma bir hamam. Nüfusla orantılıyorum, nerede ise her yirmi kişiye bir hamam. Kadınlara ayrı, erkeklere ayrı saatler vs., vs. Bizde tarihten bu  yana akan su kültürü ile temizlenme, hamam kültürü varken Batı’nın bizden oldukça geride yola çıktıkları görülüyor. Ama geldiğimiz noktada sanırım onlar bizden hayli ilerdeler. İronik olanı kokuları kolanya ile bastırma hikayesi, yani Köln şehrinin isminin kaynağı, parfüm sektöründe Batı’nın başı çekmesi, Louvre Sarayında tuvaletin olmaması ve buradan türemiş “tüy dikme” deyimi varken, mevcut durumun adımıza pek iç açıcı olmaması.
İnsanların bir hedefi varsa veya bir hedefe hizmet ettiğine inandırabilirseniz kontrol etme ihtiyacı azalır. İnsanların öküz arabalarında kullanılan öğendire misali dürtülmeye ihtiyacı yoktur ama motive edilmeye ihtiyacı vardır. Hedef konur ve bu yolda bir irade konulup yürünürse, mehter takımı gibi iki ileri bir geri yapmaya ya da Temel ve Dursun’un vurdukları geyiği köye taşıyacağım derken sağdan soldan sözlere kanıp, geyiği etin lezzeti bozulmasın diye kuyruğundan çekerek taşımaları sonucunda köyden uzaklaşmaları gibi bir durumla ya da hedefine koşan kurbağaya dışarıdan moral bozucu, kötümser söylemlere kurbağa gibi yaklaşıp, sadece ve sadece hedefe koşularak başarı kazanılabilir.
Hedef yolunda engellerde olacaktır. Yolda sizi yalnız bırakanlar da olacaktır. Hatta tökezleyip düşmek de olacaktır. Ama “Önemli olan düşmek değil, düştüğün zaman kalkabilmektir.” Çoban ve sürüsü hikâyesini aklımızdan hiç çıkarmayalım. Kin ve öç duyguları ile dolup M.Necati Sepetçioğlu’nun hikâyesinde geçen yılan misali, demirciden değil de törpüden intikam almaya çalışarak kendimize zarar vermeyelim.
Sonuç olarak; hem kişiler hem de toplum ve uluslar için güvenlik ancak ve ancak gelişimle sağlanabilir. Gelişim için hedef odaklı çalışmak en doğru yöntemdir. “Birbirimize vereceğimiz işaret ileri, daima ileridir.” 

İpe Un Sermek

  Vakti zamanında Anadolu’nun bir köyünde tembelliğiyle nam salmış bir adam yaşarmış. Bu adam, ne zaman bir iş verilse türlü bahanelerle o i...