30 Mayıs 2016 Pazartesi

Güvenlik ve Gelişim

2003, Kars


        Güvenlik, insanlarda doğal bir dürtü ve temel bir fiziksel ihtiyaç olarak kendini gösterir. Yaşamını sürdürme, daha da genişletirsek yaşanılan zaman diliminde ve gelecekte varlığını sürdürmek ve var olabilmek.
          Âdem babamız ile Havva anamızın çocukları Habil’le Kabil’den bu yana insanlar birbirini öldürüyor. Bu konu birçok kutsal kitabın içeriğinde ayrıntısıyla yer alıyor. Kabil, neden öldürdüğü bizim inceleme alanımıza girmiyor ama temelde kıskançlık yüzünden diğer kardeşi Habil’i öldürür. İnsanoğlunun çamurdan yaratıldığı için midir nedir bilinmez hep bir kötü tarafı vardır. Diğer yandan eğer dünyada kötü, kötülük olmasaydı iyinin iyi olduğu, nasıl anlaşılabilirdi ki? Bu olayı toplumların, ulusların boyutuna taşırsak sonuçta kavgalar ve savaşlarla dolu dünya gerçeği karşımızda anlam buluyor. Dolayısıyla Habil’le Kabil’den bu yana savaşlar var diyebiliriz. Bugün yeryüzünde örgütlenmiş toplumların, devletlerin kendi güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaları için bir kuvveti, ordusu, silahlı kuvveti var. Tarafsız statüde bulunan İsviçre’nin halen görevde bir ordusu bulunmasa da iyi bir seferberlik, yani barış durumundan savaş koşullarına geçişe yönelik sistematik bir hazırlığı olduğu, örgütlendiği biliniyor. Askerlik çağında bulunan eli silah tutan vatandaşlarının evinin bir köşesinde silahı, teçhizatı hazır ve gerektiğinde teçhizatını kuşanıp, silahını alarak kendi silahlı kuvvetlerinin içinde görev alabiliyor.
       Ülkeler için güvenlik bir ihtiyaç ve var olabilmenin bir koşulu. Aynı zamanda bazı araştırmacılar tarafından vatandaşının güvenliğini sağlaması devletin temel unsurları arasında gösteriliyor.
            Bizde ve dünyada tarih denilince maalesef hep savaşların tarihi akla geliyor. Kimle kim savaşmış, sonunda kim galip gelmiş, hangi anlaşmalar yapılmış falan, filan… Bu güne kadar aldığım örgün eğitim boyunca ve girdiğim sınavlarda hep bu konularla karşılaştım ve bu konuların cevaplarını bir papağan gibi ezberlemek zorunda kaldım. Savaşlar aslında bir sonuç. Esas işlenmesi gereken güç unsurlarının mücadelesi, paylaşımın savaşı, var olabilme savaşı. Aslında esas olan savaşların, güç mücadelesinin tarihi değil: İşin tarihi! İlk ateşi kim bulmuş, tekerleği kim icat etmiş, yazıyı kim bulmuş? Bunlar çok önemli. Benim için en önemli buluş; geçmişte tekerlek, günümüzde ise internet. Tekerlek ve internet sayesinde insanlar bir yerlerden bir yere daha kolay ulaşmış, bilgi ve kültürlerini paylaşmışlar. Paylaşma ve ortak aklın gelişimi ile medeniyetin gelişimi de hızlanmıştır. Bugünkü insanlık medeniyeti, paylaşım ve birikimin bir eseri. İlk insandan bu yana tarihsel süreçte yaşayan her bir kişinin yaşadığımız medeniyete az ya da çok katkısı var. Bu katılım ile bilgi ve hayata yönelik uygulamalar birike birike bu günkü uygarlığa ulaşmıştır. Hiçbir şey birden bire var olmadı ve olmazda. İletişim ve paylaşım arttıkça insanoğlu daha da artan bir ivmeyle gelişmeye devam ediyor.
            İş, emek kutsaldır ve bu kutsallığa atfen bugün eğitim sistemimiz içinde önemli bir yeri olan işe yönelik eğim kurumlarına karşı büyük bir sempati duyuyorum. Yani meslek liseleri, halk eğitim merkezleri, çıraklık eğitim merkezleri vb.
            Cumhuriyet tarihinde Kurtuluş Savaşı’ndan sonra verilen medeniyet savaşında, cehaletle savaşta, yoksulluğun yenilmesinde o dönemin koşullarına göre büyük bir devrim sayılabilecek olan Köy Enstitüleri büyük bir yer tutar. Yazık ki siyasi bazı çekişmeler ve yozlaşma bu çok faydalı eğitim kurumlarının kapanması ile sonuçlandı. Topluma kattığı olumlu çalışmalar ve yetiştirdiği değerler tartışılmaz. Bazı sorunları da içinde barındırdığı konuşulmakla birlikte bu günden bakarak değerlendirmek bizi bir sonuca götürmez.
            Yaşananları tarih, zaman, mekân  (yer), amaç ve gereksinim boyutu ile görmeli. Köy Enstitüleri de değerlendirilirken bu bakış açısı gözden kaçırılmamalı diye düşünüyorum.
            Yukarıda anlatılanların ışığında “Millî Güvenlik” kavramını kısa ve öz olarak; “Bir örgütlü toplumun ve devletin varlığını sürdürmesi ve geleceğini sağlaması için alınan tüm tedbirler diye tanımlayabiliriz.”
            Ülkemizde millî güvenlik denilince nedense akıllara ilk önce tek tip kıyafet (üniforma), askerler gelir. Oysa millî güvenlik çok boyutlu bir kavram. Millî güvenlik kavramının içerisinde siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel boyutlar da var. Görüldüğü gibi askerî boyut sadece konunun bir yönüdür. Yanlış bir algıyla millî güvenlik denilince askerler akla geldiği gibi, millî güvenlikten de askerlerin sorumlu olduğu düşünülür.
            Millî güvenlik, millî güç unsurlarının etkin ve verimli kullanılmasıyla sağlanır. Millî güç unsurları ise siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel, askerî, nüfus ve demografik güç, bilimsel ve teknolojik güç, coğrafi güçtür. Bu unsurlar, eşgüdüm halinde ve bir hedef doğrultusunda kullanılmasıyla hedefe ulaşılır. Unutulmamalıdır ki Montaigne’nin dediği gibi “Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez.”
            Ülkeler açısından konuya baktığımızda millî güç unsurlarını halk adına kullanan ve yöneten güç, erk millî güvenlikten sorumludur. Bu erk, anayasamıza göre yürütme kuvveti, yani cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur.
Daha Cumhuriyet’in kuruluşunda ülkenin refahı ve kalkınması, halkın gönenci için millî güvenlik üzerinde durularak; bu alandaki en önemli bakanlıkların isminin başına millî sözcüğü konulmuştur: Millî Savunma Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı.
Her insanın bir hedefi olmalı ve bu hedef doğrultusunda yaşamına yön vermeli. Çünkü yaşam enerjisinin kaynağı ve yaşama anlam katan hedeflerdir. İşte insanların hedefleri olduğu gibi toplumların ve devletlerin de bir hedefi olmalı ve tüm ulusa mal edilmeli. Türk ulusu için ana hedef Önder Atatürk tarafından verilmiştir. Bu hedef: “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve bu düzeyin üzerine çıkmak.” Ancak bu ana hedef altında stratejik yönetimin de bir gereği olarak siyasi, psiko-sosyal, ekonomik, kültürel, askerî, nüfus ve demografik hedefler, bilimsel ve teknolojik hedefler somut olarak ortaya konulmalı. Bu alt hedefler, ana hedef ışığında ve onunla aynı doğrultuda olmalı. Bu alt hedeflerin altında lego mantığıyla daha alt seviyede hedefler ve onun altında proje ve faaliyetler yer almalı. Esas olan ana hedefi ortaya koymak ve ulusa mal etmektir, gerisi kolay. Ana hedefin altı bir irade ortaya konulmuşsa yolda da doldurulur. 
Atatürk döneminde bu konuda güzel örnekler verilerek kısa sürede Türkiye uygarlık dünyasında hak ettiği yeri almıştır. Sonra ne olduysa hedefsiz kalınmış ve bir geriye gidiş başlamıştır. Burada olumsuzluk yaymak da istemiyorum. Öte yandan aslında bir gelişmede yok değil. Ama bu gelişme istenen düzeyde değil ve çok yavaş. Bazı ülkeler ise büyük bir ivme ile gelişiyor ve insanlarına daha iyi hizmet ve refah sunuyor. Karşılaştırınca bu ivmenin yanında bizim gelişmemiz yetersiz kalıyor ve aradaki gelişmişlik makası her geçen gün açılıyor. Bu durum bize önderimiz Atatürk tarafından verilmiş olan “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve bu düzeyin üzerine çıkmak”  hedefine ulaşmamızı engelliyor.
Bugün dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin o toplumun önderleri millî hedefini bilir, ortalama vatandaş da çalışması ile ülkesinin hedeflerine hizmet ettiğine inanır. Japonlar Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombaları sonucunda kaybettikleri II. Dünya Savaşı’ndan çıktıkları zaman hedeflerini belirleyerek hep birlikte and içmişler: Japonya ekonomisi 100 yıl sonra ABD ekonomisinden daha güçlü olacak. Gün gelecek Japon yeni, ABD dolarından daha değerli olacak. Bugün örnek olarak Malezya da, 20 yıl sonra dünyanın en zengin beş ülkesi arasına girmeyi hedeflemiş ve insanlarını bu hedefe yönlendirmiş. 20 yıl, 100 yıl insan yaşamı için uzun bir süre ancak ülkelerin tarihi için bu çok kısa bir zaman dilimi.
Zamanında ülkeyi demir ağlarla örmek nasıl bir hedef olarak verilmişse şimdi de buna benzer hedefler belirlenmeli. Örneğin Van Gölü ve çevresini gelişmişlik ve sanayi açısından ikinci bir Marmara Denizi haline getirmek, her türlü eğitim ihtiyaçlarını ücretsiz karşılamak vb. Bu hedefler, bir yerde millî güç unsurlarının fonksiyonel bölümlendirmesinin yapıldığı bakanlıklar düzeyinde rahatlıkla ortaya konulabilir. Daha sonra bu hedefler altında alt hedefler belirlenebilir ve bu hedeflerin sorumluluğu için bakanlık birimleri görevlendirilebilinir. Türkiye’de başarısı kanıtlanan bölgesel kalkınma modelleri de stratejik hedefler hiyerarşisinde yer alabilir.
Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından Çetin Altan’ın düşü olan köylülerin tenis oynaması, belki hayali gibi görünse de bir hedef olarak konulabilir. Hedeflerin smart olması önemli ama hedefsizlik daha da kötü bir şey. Öte yandan her şey hayalle başlar. Kaldı ki  köylülere tenis oynatmak için tenis sahalarının yapılması inşaat sektörüne canlılık kazandırabilir. Köylülere yönelik tenis raketi tasarımı spor malzemesi üreten firmaları araştırma ve geliştirme faaliyetlerine sevk ederek daha hafif, daha dayanıklı ve daha ucuz malzemelerin geliştirilmesine yol açabilir. Geliştirilen teknoloji örneğin otomotiv sektöründe de kullanılarak gelişme yayılabilir. Bu örnekleri Kenedy’nin ulusuna uzaya çıkma hedefi örneğinde olduğu gibi çoğaltmak mümkün. Yeter ki hedef belirlenip o hedef doğrultusunda bilimin yol göstericiliğinde yılmadan çalışılsın.
Benim beş yaşında bir oğlum var adı: Burak. Uzakdoğu sporlarına çok meraklı. Burak, evde teak-wando, kung-fu, aikido yapıp hepimizin canına okuyor. İşte öykü bu ya, Burak’ın bir benzeri de Japonya’da yaşıyormuş: Burakito. Burakito, küçüklükten itibaren teak-wandoya merak salmış. İlla ben teak-wandocu olacağım, dünya şampiyonu olacağım. Evde bakmışlar olmuyor en sonunda annesi babası Burakito’yu bir kursa yazdırmışlar. Burakito sevinçten havalara uçuyor, var gücüyle çalışıyormuş. Gel zaman git zaman kader kötü ağlarını örmüş ve Burakito kötü bir kaza geçirmiş. Burakito maalesef sağ kolunu kaybetmiş. Bundan sonra Burakito için hayat zehir olmuş. İçine kapanık, kimseyle konuşmayan, çevresiyle ilgilenmeyen bir çocuğa dönüşmüş. Bu durum Burakito’nun okulunda derslerinin kötüleşmesine de sebep olmuş. Bu duruma çok üzülen anne ve babası oyalansın diyerek teak-wando kursuna yeniden göndermeye karar vermişler ve O’nu ikna etmişler.  Burakito’nun hocası, Burakito’nun tekrar kursa dönmesine çok sevinmiş ve O’nu yakın takibe alarak sıkı bir şekilde çalıştırmaya devam etmiş. Burakito’yu tek bir hareket üzerinde yoğunlaştırmış ve aynı tekniği defalarca tekrarlamasını sağlamış. Hep aynı hep aynı hareket bir süre sonra Burokito’yu sıkmaya başlamış ve durumu hocasına açmış. Hocası: “Bu hareketi dünyada en hızlı ve en doğru yapana kadar çalışmaya devam edersen dünya şampiyonu olabilirsin.” demiş. Burokito sözün ikinci yarısını pek anlayamamış ama bir şekilde azimle çalışmaya devam etmiş. Derken dünya şampiyonası zamanı gelmiş çatmış. Hocası yarışmalara Burokito’yu da götüreceğini söylemiş. Burokito bu söz karşısında kulaklarına inanamamış, biraz da kırılmış. Hocam herhalde bana acıyor, avunmam için beni de götürüyor diye düşünmüş. Hocası ise sürekli tekrarlıyormuş: “Çok çalışın, kendinize güvenin gerisi gelir.” Derken, yarışmaların yapılacağı salona gelinmiş. Dev bir salon, seyirciler müthiş, herkes çok heyecanlı. Burakito ilk maçına çıkmış ve daha maçın ilk saniyelerinde tek bir hareket ve rakibi yerde. Burakito buna inanamamış ama müsabakalara da devam etmiş. İkinci, üçüncü karşılaşma derken Burakito bir anda finale yükselmiş. Burakito bu duruma şaşmış kalmış. Hocasına çıkmış: “Hay Sensei. Beni mazur görün. Buraya kadar geldim. Herhalde ben bir rüyadayım ya da bu bir şans olsa gerek. Dünya şampiyonu olmam mümkün değil, hem de bütün dünyaya rezil olmak istemiyorum. Artık şampiyondan çekilmek istiyorum.” Hocası Burakito’yu silkeleyerek: “Titre ve kendine gel. Çok çalıştın, kendine güven, çık mindere merak etme gerisi gelir.” Hocasının motivesiyle Burakito final maçına çıkar. Salondan çıt çıkmıyor. Herkes maça kilitlenmiş, heyecan had safhada. Derken müsabaka başlar ve Burakito’dan yine tek hareket ve Burakito dünya şampiyonu. Burakito omuzlarda, salon alkıştan, tezahürattan inliyor. Burakito ise sevinçten, hedefine ulaşmanın mutluluğundan havalara uçuyor.  Burakito madalya töreni sonrasında hocasının yanına gelir ve: “Hocam size minnettarım, hala inanamıyorum. Ben dünya şampiyonu oldum. Peki, ama tek kolla nasıl oldu?” Hocası cevap verir: “Burakito, birincisi sen çok çalıştın, sonuçta bu hareketi dünyada en hızlı ve en iyi yapan durumuna geldin. İkincisi, kendine güvendin ve mindere çıktın. Üçüncüsü, bu hareketten tek bir kurtulma, savunma tekniği vardır, o da rakibinin senin sağ kolunu tutmasıydı.” Sonuç olarak fazla söze ne hacet. Hedefimizi ortaya koyarsak, bu hedef doğrultusunda bir program dâhilinde yılmadan çalışırsak ve kendimize güvenirsek ve de karşımıza çıkan engelleri  akıllıca aşarsak ulaşamayacağımız hedef yok.
İnsanın her zaman kendisine saygısı olmalı. Kendine saygı, ruhsal denge ve huzurun ilk çıkış noktası bence. Kendine saygı üzerine çalışma ve emekle kendine güven inşa edilir. Kendine güven de başarıyı getirir. Bütün bunlar için insanda var olması gereken temel değer; kişilik, kişisel bütünlüktür. Prof.Dr.Devlet Bahçeli’ye atfedilen kişilik üzerine güzel bir hikaye var. Öğrenciler dersine girecekleri hocayı beklerken, sürü psikolojisine uyarak çok gürültü yapar ve çevreyi rahatsız eder. Bu arada orada bulunan Bahçeli, amfiye girer ve sertçe masaya çantasını bırakarak öğrencilerin dikkatini toplar. Oluşan sessizlikte tahtaya kocaman “bir” rakamı çizer. “Bu kişiliktir. Üniversiteyi bitirirsiniz yanına bir ‘sıfır’ koyarsınız, lisansüstü eğitim yaparsınız bir ‘sıfır’ daha koyarsınız. Çalışma hayatına atılırsınız yeni ‘sıfırlar’ eklersiniz. Bu artar gider.” Daha sonra eline silgiyi alarak “bir” rakamını siler. “Bir kişiliktir, o olmazsa geriye kalanların, emeklerinizin hiçbir anlamı ve değeri yoktur.”
Kendimize, milletimize güvenmemizi sağlayan değerlerimiz aslında tarihimizin sayfalarında saklı. Atatürk gençliğe seslenirken: “Muhtaç olduğun kudret damarlarında asil kanda saklı.” diyerek bunu çok güzel ortaya koymuş. Çarpıcı bir örnek olduğu için burada temizlik konusuna değinmek istiyorum. Biz Türklerin Orta Asya’dan beri temizlik kültürü var. Hamamların, banyoların yaşantımızda ayrı bir yeri vardır. Bu konuyla ilgili birçok atasözü, deyim ve halk hikayesi tarzı öykü kültürümüze girmiş. Bu satırları yazarken Kars’ta yaşıyorum. Bakıyorum sağıma soluma her köşe başında özellikle Osmanlıdan kalma bir hamam. Nüfusla orantılıyorum, nerede ise her yirmi kişiye bir hamam. Kadınlara ayrı, erkeklere ayrı saatler vs., vs. Bizde tarihten bu  yana akan su kültürü ile temizlenme, hamam kültürü varken Batı’nın bizden oldukça geride yola çıktıkları görülüyor. Ama geldiğimiz noktada sanırım onlar bizden hayli ilerdeler. İronik olanı kokuları kolanya ile bastırma hikayesi, yani Köln şehrinin isminin kaynağı, parfüm sektöründe Batı’nın başı çekmesi, Louvre Sarayında tuvaletin olmaması ve buradan türemiş “tüy dikme” deyimi varken, mevcut durumun adımıza pek iç açıcı olmaması.
İnsanların bir hedefi varsa veya bir hedefe hizmet ettiğine inandırabilirseniz kontrol etme ihtiyacı azalır. İnsanların öküz arabalarında kullanılan öğendire misali dürtülmeye ihtiyacı yoktur ama motive edilmeye ihtiyacı vardır. Hedef konur ve bu yolda bir irade konulup yürünürse, mehter takımı gibi iki ileri bir geri yapmaya ya da Temel ve Dursun’un vurdukları geyiği köye taşıyacağım derken sağdan soldan sözlere kanıp, geyiği etin lezzeti bozulmasın diye kuyruğundan çekerek taşımaları sonucunda köyden uzaklaşmaları gibi bir durumla ya da hedefine koşan kurbağaya dışarıdan moral bozucu, kötümser söylemlere kurbağa gibi yaklaşıp, sadece ve sadece hedefe koşularak başarı kazanılabilir.
Hedef yolunda engellerde olacaktır. Yolda sizi yalnız bırakanlar da olacaktır. Hatta tökezleyip düşmek de olacaktır. Ama “Önemli olan düşmek değil, düştüğün zaman kalkabilmektir.” Çoban ve sürüsü hikâyesini aklımızdan hiç çıkarmayalım. Kin ve öç duyguları ile dolup M.Necati Sepetçioğlu’nun hikâyesinde geçen yılan misali, demirciden değil de törpüden intikam almaya çalışarak kendimize zarar vermeyelim.
Sonuç olarak; hem kişiler hem de toplum ve uluslar için güvenlik ancak ve ancak gelişimle sağlanabilir. Gelişim için hedef odaklı çalışmak en doğru yöntemdir. “Birbirimize vereceğimiz işaret ileri, daima ileridir.” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Nur Yüzlü İhtiyar Kuyumcuda

Nur yüzlü ihtiyar bir adam şeyh edasıyla kuyumcuya girdi.  Kuyumcu saygıyla karşıladı. İhtiyar dedi ki: - Ben senin sevabınım..! Kuyumcu gül...