28 Aralık 2020 Pazartesi

Korku Öldürür

 

Tüccarın biri bir gün yolda Veba'yla karşılaşır.

Endişeyle Veba'ya bakar ve "Nereye gidiyorsun?" diye sorar. Veba, "Bağdat'a" diye yanıtlar. “Kaç kişinin canını alacaksın?” diye tekrar sorar Tüccar. Veba, “Çok değil, sadece 5 bin kişi” der. Aradan zaman geçer ve Tüccar yolda yine Veba'yı görür. Fakat duymuştur ki Bağdat'ta vebadan dolayı 60 bin kişi ölmüştür. “Bana 5 bin kişiyi öldüreceğini söylemiştin. Oysa sen 60 bin cana kıymışsın” diye hiddetlenir Veba'ya. Veba ise gayet sakin ve kendinden emin, “Ben 5 bin kişi öldürdüm. Geriye kalanı korkudan öldü.”

Muhtar Çakmağı

Köyün birine eski zamanda bir çakmak getirmişler, çakmak o kadar kıymetli ki sağı-solu yakmaması, yanlış işlerde kullanmaması için güvenilir birine teslim etmek gerekiyormuş. Köylüleri toplayıp bu ateş aletini kime verelim diye sormuşlar, köylüler de muhtarı salık vermiş, ihtiyaç duydukça alır, ateşimizi yakarız, demişler.

Muhtar çakmağı alınca -ateşin sahibi- olarak giderek saygınlığı artmış, etrafında dalkavuklar, yağcılar toplanmaya başlamış. Saygı arttıkça muhtarın kibri de büyümüş.

Etrafından daha çok saygı, daha çok korku beklemeye başlamış. Ateşi kendine verenin köylüler olduğunu unutmuş. Dalkavukların da tahrikleri ile ateşi baskı ve korkutmak için kullanmaya başlamış, kiminin evini, kiminin tarlasını yakmış.

Tarlalar sürülemez, evler yaşanamaz hale gelmiş. Muhtarın baskısından köylüler yavaş yavaş köyden ayrılmaya başlamışlar. Ticaret durmuş, köye gelen çerçilerin ayağı kesilmiş, çevre köyler gelişirken muhtarın köyü giderek gerilemiş.

Muhtarın köylülerinden biri kendileri gerilerken, çevre köylerin niçin geliştiğini merak edip çevre köylerden birine gitmiş. Oradaki zenginliği, bağı bahçeyi görünce sormuş;

- Sizde çakmak yok mu?

- Köylüler; var, demişler,

- Peki sizin köy böyle nasıl gelişti, bağınız, bahçeniz yanmadan nasıl böyle kaldı, bizim köyde her şey tarumar oldu?

- Köylüler; yoksa siz çakmağı bir kişiye mi verdiniz?

- Evet, muhtara verdik,

- Eyvah! büyük yanlış yapmışsınız, hiç çakmak bir kişiye verilir mi?

- Siz öyle yapmadınız mı?

- Hayır, biz öyle yapmadık, biz gövdesini bir kişiye verdik, çakmak taşını başka bir kişiye, benzinini de başkasına verdik.

Ateş yakmak için üçünün bir araya gelmesi gerekiyor. Biri yanlış bir şey yapmaya kalksa, ötekiler izin vermiyor.

- Desenize biz hepsini bir kişiye vermekle kendi kendimizi yakmışız

(M.Antrs)

3 Aralık 2020 Perşembe

Dert de Ne ki


Kadın sabah kalkmış, aynaya bakmış ve kafasında yalnız üç tel saç görmüş. “Hım, demiş galiba bugün saçımı örgü yapacağım.”

Öyle de yapmış, günü de harika geçmiş.

Ertesi gün kalkmış, aynaya bakmış, kafasında iki tel saç kalmış. “Hım, demiş, bugün saçımı ikiye ayıracağım."

Dediğini de yapmış, harika bir gün geçirmiş.

Bir ertesi gün yine kalkmış, aynaya bakmış, kafasında tek tel saç var. “Tamam, tamam demiş “artık bugün atkuyruğu yaparım."

Öyle de yapmış ve çok çok güzel bir gün geçirmiş.

Daha bir ertesi gün aynaya baktığında, kafasında bir tek tel bile kalmamış. “Wow! diye bağırmış. Bugün saç derdim yok.”

Kimse bilmez başkasının ne yaşadığını, kimine paranoyaklık gelir, kimine abartı. 

Oysa ki; Tanıdığın herkes kendi savaşını yaşamakta zaten.

Sana göre basit, yaşayana göre acı...

(Alıntı)

27 Kasım 2020 Cuma

Çakal Peşinde

Çakalın biri aç kalınca kasabaya inmiş.

Sütçünün süt çanağını devirmiş, sütü de içmiş, Fırıncının tezgâhından ekmeği kapmış yemiş, nihayet bir kasabın vitrininden kocaman bir but kapıp bir güzel mideye indirmiş...

Çakalın ve etin kokusunu alan kasabanın tüm köpekleri toplanmış, çakalı yakalamak için ardı sıra koşturmuşlar.

Çakal önde, köpekler de arkada, amansız bir kovalamaca koşuşturmaca başlamış ama bir süre sonra, sütçünün köpeği yorulup takibi bırakmış.

Bir müddet daha geçince de bu sefer fırıncının köpeği, çakalı takibi bırakmak zorunda kalmış.

En son, kasabanın çıkışına yakın bir yerde kasabın köpeği de pes etmiş ve yorgunluktan dili bir karış dışarıda geriye dönmüş.

Çakalın arkasında kala kala bir tek demircinin köpeği kalmış. Çakal önde demircinin köpeği arkada ısrarlı bir kovalamaca devam ederken ve kasabadan çıkılıp kırlara varıldıktan sonra da tepelere doğru çıkılmaya başlanmışken çakal dayanamamış, durmuş ve demircinin köpeğine öfkeyle seslenmiş;

“Yahu arkadaş, sütçünün sütünü içtim tamam, fırıncının ekmeğini yedim o da tamam, hadi kasabın etini kaptım ama buna rağmen onlar bile pes etti peşimi bıraktı da, Lan ben demirciye ne yaptım ki bir türlü ayrılmıyorsun peşimden?”

İşte, Çakalın anlamadığı:

Demircinin köpeği menfaat peşinde değil, sadece adalet peşinde.

Çakalın kafasındaki sistem karşılıklı menfaate dayalı bir kapitalist sistem... Demircinin köpeğindeki ise, evrensel hukuk... “Seni cezalandırmam için bana zarar vermen şart değil. Sen, başkalarına zarar verdiğin için suçlusun.” diye düşünüyor demircinin köpeği...

O yüzden hikayedeki çakallar, demircinin köpeği gibi yalnızca hak peşinde koşanları asla anlayamayacak ve aptalca bulacaklardır. Ama demircinin adalet bekçileri de her zaman var olacaktır...

17 Kasım 2020 Salı

Deliler Ülkesi

Çok güçlü bir büyücü, bütün bir ülkeyi yok etmek ister, o ülke halkından herkesin su çektiği bir kuyuya sihirli bir madde atar. Kuyunun suyunu kim içerse delirecektir.

Ertesi sabah, herkes kuyudan su çekip içer, hepsi de delirir. Yalnızca kraliyet ailesi, kendilerine ait özel bir kuyudan su çektiklerinden, sihirbaz da o kuyuyu zehirlemeyi beceremediğinden, delirmezler. Tabii kral çok kaygılanır, halkının sağlığını ve güvenliğini sağlamak için bir dizi emir verir. Ancak polisler ve müfettişler de halkın içtiği sudan içmiş olduklarından, kralın emirlerini saçma bulur, uygulamazlar.

Ülkede yaşayanlar kralın emirlerini duyduklarında onun çıldırdığına inanırlar, hep birlikte şatosunun önünde toplanıp tacını ve tahtını bırakması için gösteriler yaparlar. Umutsuzluk içindeki kral tahtından inmeye hazırlanırken kraliçe ona engel olarak der ki "Gel biz de o kuyunun suyundan içelim, o zaman biz de onlar gibi oluruz."

Ve öyle yaparlar: Kral ile kraliçe de cinnet suyunu içip anında saçma sapan konuşmaya başlarlar. Bu durumda halk taşkınlığından dolayı pişman olur; öyle ya madem kral bu kadar bilgece konuşuyor, onu alaşağı etmenin bir anlamı yoktur.

Ülkede barış ve huzur yeniden hüküm sürer, bu halk komşularından epeyce farklı bir hayat tarzı benimsemiştir, ama kral ölümüne dek ülkesini yönetebilmiştir."

(Veronika Ölmek İstiyor, Paulo Coelho)

12 Kasım 2020 Perşembe

Kaos - Kavanozu Kim Sallıyor



Gidin bir çölden 100 tane kırmızı ateş karıncası yakalayın. Daha sonra bir başka topraktan 100 tane bildiğimiz siyah karıncayı alın ve bunların hepsini bir kavanozun içine koyun. İlk başta hiçbir şey olmayacaktır.


Daha sonra kavanozu elinize alın, oldukça şiddetli bir şekilde sallayın ve tekrar yerine koyun. Kavanozun içinde bir anda karıncaların birbirlerini öldürmek için savaştığı bir kaos ortamı göreceksiniz.


Kırmızı karınca bunu yapan düşmanın siyah karıncalar olduğunu düşünürken siyah karıncalar bu kaosun nedeni olarak kırmızı karıncaları görmektedir. Oysa çok iyi bildiğiniz üzere kaosun asıl nedeni sizin ellerinizdir.


O nedenle günümüzde gerek sosyal medya aracılığıyla gerekse de başka ortamlarda normalde hiç tanımadığınız insanlarla tartışacak ya da kavga edecek bir duruma geldiğinizde kendinize hep şu soruyu sorun lütfen;


Kavanozu sallayan kim? 

6 Kasım 2020 Cuma

Uzay mekiğinin yakıt tankının genişliği neden 1,5 metre?

 

ABD’nin uzaya gönderdiği uzay mekiğinin yakıt tanklarının genişliği 4 feet, 8.5 inçtir (yaklaşık 1,5 metre). Uzay mühendisleri bu tankları genişletmek istemişler, ancak başarılı olamamışlardır.


Çünkü, bu tanklar fırlatma rampasına trenle gönderilmek zorundadır ve söz konusutren yolu tünellerden geçmektedir. Tünellerin genişliği ise tren raylarının arasındaki genişlik olan 4 feet 8,5 inçten (yaklaşık 1,5 metre) biraz fazladır.


Neden 4 feet, 8,5 inç (yaklaşık 1,5 metre)? Çünkü vaktiyle tren rayları İngiltere’de böyle yapılmıştır ve ABDdemiryolları İngiliz göçmenler tarafından inşa edilmiştir.


Peki, neden İngilizler bu genişliği kullanmışlar? Çünkü ilk tren raylarını yapanlar eski tramvay yolu yapımcılarıdır ve tramvay yolunun genişliği tam olarak budur. Tramvay rayları neden daha geniş değildir?


Çünkü bu ölçü vaktiyle at arabalarını yaparken kullanılan genişliktir.


At arabalarındaki tekerlekler arasında neden bu ölçü dikkate alınmış? Çünkü çok eskiden beri İngiliz topraklarından gelip geçen araçlar bu ölçüyü ortaya çıkarmıştır. Arabalar için başka birölçü kullanıldığında tekerlekler engebeli arazi üzerinde kalmakta ve kısa sürede bozulmaktadır.


Bu eski yol izleri nasıl ortaya çıkmış derseniz? İngiltere’deki ilk uzun mesafeli yollar Roma İmparatorluğu tarafından kendi savaşçıları için açılmıştır.


Peki, Romalıların yol izleri neden bu ölçüdeymiş?


Çünkü Roma İmparatorluğu’nun ilk savaşçılarının arabaları yan yana getirilmiş iki atın çektiği araçlardır ve iki atın kalçalarının genişliği 4 feet, 8,5 inçtir (yaklaşık 1,5 metre).


Sonuç olarak; dünyadaki en gelişmiş ulaşımsisteminin füzelerinin tasarımı iki bin yıl önce yan yana getirilen iki atın kalça genişliği toplamı ile belirlenmiştir. Bu kuralı değiştirmek ise Ay’a giden, Mars’a gitme ve uzaya açılma planları yapan Amerikalı uzay aracı mühendislerinin bile harcı değildir.


Dünyada her şey değişiyor gelişiyor gibi görünüyor,  aslında dünyada pek çok şey fazla değişmiyor.


Dünyada olan her şey geçmişte olmuş olayların neden ve sonuçları üzerine oluşmaktadır.


Bu günü almak için ve geleceği tahmin edebilmek için TARİH okumak bu nedenle çok önemlidir. 


Prof.B.İplikçioğlu

4 Kasım 2020 Çarşamba

Abartı yapmayın, durum gayet güzel...



Kralın biri Sarayında otururken, pencereden sesler gelmiş.''Güzel elmalarım vaaaaaar!'' 


Bakmış, yaşlı birisi, at arabasında elma satıyor. Etrafında müşteriler. Kralın canı çekmiş ve baş vezirini çağırmış;

- Al sana 5 altın, koş bana elma al.

Baş vezir, vezirlerden birisini çağırmış;

- Al sana 4 altın, koş elma al.

Vezir saray görevlilerinden birisini çağırmış;

- Al sana 3 altın, koş elma al.

Saray görevlisi muhafız komutanını çağırmış;

- Al sana 2 altın, koş elma al.

Komutan nöbetçiyi çağırmış;

- Al sana 1 altın, koş elma al.

Nöbetçi çıkmış yaşlı ihtiyarı yakasından tutmuş ve "Hey sen, ne bağırıyorsun? Burası han mı, yoksa saray mı? Defol buradan. arabana da elmalara da el koyuyorum."


Nöbetçi, muhafız komutanına dönmüş ve iyi dalavere çevirdim; 

- İşte, 1 altına yarım araba elma.

Komutan saray görevlisine dönmüş;

- İşte, 2 altına bir çuval elma.

Saray görevlisi vezire dönmüş;

- İşte, 3 altına bir torba elma.

Vezir, baş vezire dönmüş;

- İşte, 4 altına yarım torba elma.

Baş vezir kralın huzuruna çıkmış;

- İşte, 5 altına beş elma aldım kralım. Aynen emrettiğiniz gibi. 


Kral oturmuş ve şöyle bir düşünmüş ''Beş elma - Beş altın. Bir elma-bir altın ve halk elmalara hücum ediyor.. Demek ki vatandaşın durumu çok iyi. Vergileri hemen artırmak lazım..!”

15 Ekim 2020 Perşembe

Zamanı Unutturacak Dostluklar

Üç arkadaş Balikesir tren istasyonuna gitmişler. İçlerinden biri gişeye yaklaşıp bilet almış ve trenin kalkmasına ne kadar zaman olduğunu sormuş...

- Bir saat on beş dakika...

Arkadaşlarına dönmüş;

- Daha çok var, hadi gidip şu karşıki kafede çay içelim.. Oradan buradan derken laf lafı açmış... Birden tren düdüğüyle kendilerine gelmişler. Koşarak dışarı fırlamışlar ama, nafile...Tren kaçmış..

Sormuşlar; -Sonraki tren ne zaman?

- Bir buçuk saat sonra...

Yine dönmüşler kafeye. Yine çay yine laf ve derken yine düdük sesi... Koşmuşlar ama bu defa da treni kaçırmışlar.

Bir saat sonra bir tren daha varmış.

Dönmüşler kafeye.. Ama bu kez uyanık duruyorlar.

Trenin sesini duyar duymaz kalkmışlar koşmaya başlamışlar.

- İçlerinden biri bir vagona, diğeri başka vagona zar zor yetişmiş...

Üçüncüsü ise geride kalarak yetişememiş...

Bir süre nefesini toparladıktan sonra başlamış katıla katıla gülmeye.

Durumu gören istasyon memuru dayanamayıp sormuş ;

-Hem treni kaçırdın hem gülüyorsun !

*-NASIL GÜLMEYEYİM?*

*ONLAR BENİ UĞURLAMAYA GELMİŞTİ*

Zamanı unutturacak dostlarınız ve hep gülecek bir bahaneniz olsun 😊

Japon ve Türk Kürek Ekibi

 


Türk ve Japon şirketleri arasında bir kürek yarışı düzenlenmesine karar verildi. 

Japonların takımında,

8 kişi kürek çekiyor, 

1 kişi dümencilik yapıyordu.


Türk Takımında ise,

2 kişi kürek çekiyor, 

3 kişi şeflik 

3 kişi müdürlük yapıyor 

1 kişi de dümeni kullanıyordu.


Her iki takım da, performanslarını en üst düzeyine varabilmek için uzun ve zorlu bir hazırlık döneminden geçti.

Büyük gün geldi ve iki takım da, kendini hazır hissediyordu. 

Japonlar yarışı bir kilometre farkla kazandılar. 


Yarış sonrası Türk takımı çok sarsılmıştı. 

Türk şirket yönetimi yarışın açık farkla kaybedilmesinin nedeninin bulunmasına karar verdi. 

Yapılan araştırmalar, analizler ve uzun çalışmalar sonucu düzenlenen raporlara göre hata bulundu ve çözüm önerisi getirildi. 

Çözüm olarak yönetimdeki düzeni güçlendirmek ve koordinasyonu güçlendirmek için 1 genel müdür atandı ve sandaldaki ağırlığı dengelemek için kürekçi sayisi da 1 e indirildi. 


Japonlara yeni bir yarış teklif etme kararı alındı.

9 kişilik Türk takımı Japonlarla bir yarış yapmak üzere yeniden yapılandı.


Japonların takımında,

8 kişi kürek çekiyor, 

1 kişi dümencilik yapıyordu.


Türk Takımında ise yeni yapılanma şekli şöyleydi: 

1 Genel Müdür 

3 Müdür 

3 Dümen Şefi 

1 Dümenci 

1 Kürekçi. 


İkinci yarışı Japonlar iki kilometre arayla kazandılar. 

Tepesi atan Türk şirketi yönetim kurulu hemen harekete geçti. 


Yarışın kaybedilmesinden sorumlu tutulan kürekçi kovuldu müdürlere ve diğer personele sorunun çözümüne olan katkılarından dolayı ikramiye verildi.

14 Ekim 2020 Çarşamba

Kim Demiş Tarih Sıkıcıdır Diye: Temizlik Kültürü

Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere'de bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün;

1500'lerde İngiltere'de işler şöyle yapılıyordu:

İnsanların çoğu Haziran'da evleniyordu.

Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı . 

Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. 

Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. 

Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. 

Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. 

İngilizce'deki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' (Don't throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. 

Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, bö cekler) çatıda yaşıyordu. 

Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. 

İngilizce'deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.

Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. 

Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. 

Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.

Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır.

Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. 

Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. 

Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik) idi.

Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu... 

Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. 

Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. 

Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. ' Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur. 

Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı.

Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. 

Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna 'yağ çiğnemek' (chew the fat) adı veriliyordu.

Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. 

Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bundan sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.

Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı . 

Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. 

Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.

Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. 

İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.

Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. 

Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. 

Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu.

İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı. 

Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. 

Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. 

Buna mezarlık nöbeti 'graveyard shift') denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ('saved by the bell') bazıları da 'ölü zilci' (dead ringer) olurdu.

Gerçekler bunlar:

Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. 

Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. Kirlilik adeti Amerika'ya da bulaşmış Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ''banyo yapmayı yasaklayan'' ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı. Philadelphia' da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.

Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü. Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.

1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti. 

19. yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti...

Dr. Ali Erkan Balcı

13 Ekim 2020 Salı

Olumlu Israr: Bambu Ağacının Yetişmesi

Çinliler bambu ağacını şöyle yetiştirir:

Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez. Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.Ve, nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

Akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı yoksa beş yılda mı ulaşmıştır? Bu sorunun cevabı Tabii ki beş yıldır. Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik?… 

Bir başarının şartları her zaman çok basittir:

- Bir süre için çalışın,

- Bir süre tahammül edin,

- Her zaman inanın,

- Ve hiçbir zaman geri dönmeyin.

Evet Ama, Yapıcam, Keşke, İyi ki Yaptım Mahalleleri

Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede “Evet ama” lar yaşıyormuş. “Evet ama” lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise “evet, ama” diye yanıtlarlarmış. Ve yanıtları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymış bu mahalle sakinleri.

İkinci mahallede “Yapıcam” lar yaşarmış. Bu insanlar gerçekten ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış ama tam yapacakları sırada yapma şanslarını çoktan kaçırdıklarının farkına varırlarmış.
“Yapıcam”lar mahallesinin insanlarının hepsinin dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan “Keşke”cilerin hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama… her şey olup bittikten sonra. “Keşke”cilerin de hep başları kanarmış, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise “İyi ki yaptım”lar otururmuş.
“Keşke”ciler bu güzel evlerin arasında yürüyüşe çıkar, bu güzel evlere, ağaç gölgelerinin altında oynayan çocuklara hayranlıkla bakarlarmış.
“Yapıcam”lar “Keşke”cilerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
“Evet ama”lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğmadığından şikayet ederlermiş.
“İyi ki yaptım” mahallesi ne istediğini bilen ve yapmak için gereken disipline sahip olan insanlardan oluşuyormuş. Bu insanların kusuru(!) beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış.
Başarı başarıyı getirir. Küçük başarılar size güç verir ve büyük başarıları getirir.
Engelleri aşma yeteneğinize güvenin.
Bugün küçük bir başarıya hazırlanın. Başarınızın keyfini yaşayın.
Bugün olabileceğinizin en iyisi olun. Kendinizin en iyi versiyonu olun. Şu anda içinizde birçok kendi versiyonunuz var.
Kişilere, olaylara ve güne göre farklı versiyonlarınızı “ben” olarak sunuyorsunuz.
Bazı versiyonlarınızdan hoşnut, bazılarından değilsiniz. Kızgınlıkla kontrolü kaybettiğiniz versiyonunuzdan memnun değilsiniz. Kızgınlığınızı doğru zaman ve yerde kullandığınız, bu duygunun enerjisini azme, yaratıcılığa, üretkenliğe dönüştürdüğünüz versiyonunuzdan memnunsunuz.
En iyi versiyonunuz, üzerine bilgi ve deneyim eklenerek, her geçen gün daha en iyi versiyonunuz olacaktır.
Başarının basamaklarının neresindesiniz?
Şimdi sayacaklarımı dikkatle okuyun.
Yapamam… Yapmam… Ne yapacağımı bilmiyorum… Keşke yapabilseydim… Belki yapacağım… Yapacağım… Belki yapabilirim… Yapabilirim… Yapıyorum… YAPTIM.
Edison’a ampulü keşfetmeden önce, başarısız olduğu 999 deneme için ne hissettiğini sormuşlar. Edison şaşırmış: “999 başarısızlık mı? Hayır! Işığa kavuşamamanın 999 yolunu keşfettim o kadar.”
Bir öğrenci okulu bırakmaya karar vermiş. Öğretmenine derslerden çok sıkıldığını söylemiş. Öğretmeni onu okulda kalması için ikna etmeye çalışıyormuş.
“Okuldan vazgeçemezsin genç adam. Tarihte yer alan büyük önderler hedeflerinden vazgeçmedikleri için hatırlanıyorlar. “Thomas Edison, Steven Spielberg, Marie Curie, Simone de Beauvoir, İsmail Çokgören…”
Öğrenci Şaşırmış, “İsmail Çokgören de kim?”
“Gördün mü?” demiş öğretmen, “Onu tanımıyorsun. Çünkü o hedefine ulaşmaktan çabuk vazgeçti.”
Her birimiz yaşamın öğrencisiyiz. Öğreniyoruz, gelişiyoruz, huzur, mutluluk ve başarı istiyoruz.
Rüyalarınızı gerçekleştirmek için;
• Karamsar ortamlardan, kötü arkadaşlardan, kötümser insanlardan, zararlı alışkanlıklardan uzak durun.
• Kendinize inanın. Önce siz inanın. Siz inandığınız ölçüde inandırıcı olursunuz.
• Olayları geniş açıdan görmeye özen gösterin. Zekanın bir tanımı da, yeni olay ve koşullara kolaylıkla adapte olabilme yeteneğidir. Bu da esnek ve geniş bakış açısına sahip olmakla mümkündür.
• Kendinizi karşınızdaki insanın yerine koyun. Empati yeteneğini geliştirmiş insan, öncelikle insan olmayı başarmış demektir.
• Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyleri başkasına yapmayın. Bu altın kural, gerçek başarının temelidir.
• Asla vazgeçmeyin! Koşullara ve sizi engellemeye çalışanlara boyun eğmeyin!
• Bugün anın hazzını yaşayın. Dün geçmişte kaldı. Yarın ise henüz gelmedi.
• Arkadaşlarınızdan oluşan aileniz sizin gizli hazinenizdir. Değerini bilin.
• Sizden beklenenden fazlasını verin. Fedakarlık yaparak değil, size deneyim kazandırdığı, öğrenmenin ve bilmenin hazzını yaşattığı için.
• Sizi yolunuzdan döndürmek isteyenlere aldırmayın. Ama yapıcı eleştirileri de can kulağı ile, kızmadan dinleyin. Hepimizin başkalarından öğreneceği çok şey var.
• Deneyin, deneyin, deneyin! Başlangıçta size zor gelen şey gittikçe kolaylaşacaktır. İlk direksiyonun başına geçtiğiniz günü hatırlıyor musunuz? Ya şimdi arabayı nasıl kullanıyorsunuz?
• Önce kendinizi sevin. Bencilce değil, kendinize saygı duyarak sevin. Yaşamınızı bu saygıyı duyacak şekilde sürdürün. Siz kendinize saygı duymazsanız başkaları niye duysun? Unvanınıza, konumunuza vb. duyulan sahte saygıyla, kişiliğinize duyulan saygıyı ayırt edin.
• Yalan söylemeyin, aldatmayın, çalmayın. Evet biliyorum, bütün bunları yapıp büyük maddi kazançlar sağlayan nice insan var. Geçici sahte başarılar, size gerçek, kalıcı mutluluk ve başarı getirmez, özsaygınızı götürür. Siz aldatan, çalan, yalan söyleyen bir insana saygı duyar mısınız? Ona güvenir misiniz?
• Gözünüzü açın. Olayları görmek istediğiniz gibi değil, olduğu gibi görebilmek başkalarının size duyduğu saygıyı ve güveni artırır.
• Başkalarını anlamak için önce kendinizi anlayın. Bu bir süreçtir. Kendimizi tanımak, zaaflarımızla yüzleşme cesaretiyle, başkalarının gözüyle kendimizi görebilmekle ve potansiyelimizin, yeteneklerimizin farkına varmakla mümkün.
• Yaşamınızın sorumluluğunu üstlenin. Bu sorumluluk size özgürlük getirir.
• İsteklerinizi önce hayalinizde canlandırın. Altınızdaki sandalyenin modeli bile önce biri tarafından hayal edildi. Karşınıza çıkan olanakları hemen değerlendirin.
• Yaşamınızın sorumlusu sizseniz, beğenmediğiniz yerlerini değiştirebilirsiniz. Sorumlusu başkalarıysa değiştirebilme gücünden de yoksunsunuz demektir. Sorumluluk özgürlük, sorumsuzluk bağımlılık getirir.
• Çabanızı yeterli bulsanız da daha fazlasını yapın. İçinizdeki potansiyel öylesine sınırsız ki! Daha fazla çaba, daha fazla potansiyelin ortaya çıkmasıdır.
• Hatalarınızdan ders alın. Kendinizi ya da başkalarını niçin suçluyorsunuz, ne yapmamanız gerektiğini öğrendiniz, fena mı?
• Bedelsiz hiçbir şey yoktur. Bedelsiz sandığımız şeylerin bedelini sağlığımızı yitirmekle, zamanımızı yitirmekle, özsaygımızı yitirmekle, onurumuzu yitirmekle, hayatın anlamını yitirmekle, amacımızı yitirmekle, ruhumuzu yitirmekle öderiz.

Yaşam Cesurları Sever, Nil Gün

Püf Noktası

Ustayım diyenlere...

Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona: “Sen daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor.” dermiş. Kalfa bir gün dinlememiş ustasını ve açmış dükkânını.
Açmasına açmış ama yeni dükkânında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlamış. Kalfa ne yaptıysa bir türlü bu çatlamaların önüne geçememiş. Nihayet ustasına gidip durumu anlatmış. Usta: “Sana demedim mi evladım, sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Haydi geç bakalım tezgâhın başına da ben de sana püf noktasını göstereyim” demiş.
Eski çırak merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada “PÜF!” diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatmış.
Bir konunun incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra 'PÜF NOKTA’sı denilmeye başlanmış.

Eşekle Tartışma


Ormanda eşekle tilki anlaşmazlığa düşmüşler. Eşek, renk körüymüş ve yediği otun kahverengi olduğunu söylüyormuş. Tilki de ısrarla 'O ot yeşil.' diyormuş. En sonunda kavga etmeye başlamış ve mahkemelik olmuşlar. Eh, ormanda hakim kim?

Aslan. Ormanlar kralı onları dinlemiş ve demiş ki:

- Tilki haklı. O ot yeşildir.

Tilki sevinip eşeğe dönmüş.

- Bak, gördün mü?

Aslan tilkiye demiş ki:

- Hemen sevinme. Cezayı sana verdim.

- Nasıl olur efendim? Hani ben haklıydım?

- Haklısın ama cezayı eşekle tartıştığın için verdim: Bir daha eşekle tartışma.

9 Ekim 2020 Cuma

Yengeç Sepeti Sendromu

 



Kumsalda yürüyen bir adam avlanan balıkçıya rastladığında kova içindeki yakalanmış yengeçleri görür.Kovanın üstü açıktır kapağı yoktur. Bu durum onu şaşırtır çünkü yengeçlerin kaçabileceğini düşünür.Balıkçıya sorduğunda ise "Evet,tek bir yengeç olsaydı kesinlikle kaçardı.Ancak pek çok yengeç varsa,biri kaçmaya çalıştığında diğerleri onu yakalar, kaçamayacağından emin olur geri kalanlar da aynı kaderi yaşarlar."  Yanıtını alır.

Tek yengeç kapaksız kovadan rahatlıkla çıkabilirken sayı arttıkça kaçış imkansizlaşır. Çünkü birbirlerini yukarı itmek yerine aşağı çekerek engellerler. Sonunda kimse kazanamaz. Bu durum yengeç sepeti sendromunun çıkış noktasıdır.

Filipinliler arasında popüler olan bu kavram; ilk olarak aktivist yazar Ninotchka Rosca tarafından kullanılıyor."Ben sahip degilsem sen de olamazsın." ,"Ben başaramıyorsam sen de başaramazsın. "anlayışını ifade eder. Bazi ınsanlar bencilce davranarak hırslarını ön plana alarak başarmanın yolunun başkalarını geride tutmak olduğunu düsünürler.Kendileri ulaşamıyorsa sizin de hayalleriniz , hedefleriniz uzak olmalıdır.

6 Ekim 2020 Salı

En Büyük Eşkiya: Haramı Kitabına Uyduranlar

Tek oğlu bulunan varlıklı bir çiftçi yaşlanıp yatağa düşer ve oğluna vasiyetini söyler:

- Yatağın altında, içi altın dolu iki tane kese var. Bunlardan biri senin, diğerini de memleketin en büyük eşkıyasını bulup ona vereceksin. Sebebini sorma, vasiyetim böyledir!

Yaşlı adam bir kaç gün sonra ölür. Oğlu, memleketin en büyük eşkıyasını bulmak için ülkeyi dolaşmaya başlar. Fakat nereye gitse, hangi eşkıyayı sorsa, ondan daha da namlısı, kanlısı, belalısı olduğunu öğrenir ve bu şekilde aylarca dolaşır.

Nihayet, ülkenin yol vermez dağlarla çevrili bir kösesinde öyle bir eşkıyanın adını işitmiş ki Allah böylelerinin şerrinden saklasın, köylüler korkularından ismini bile fısıldayarak söylermiş. Hükmettiği dağların yamaçları onun öldürdüğü insanların cesetleriyle doluymuş. 

Bizim delikanlı "yedi dağın eşkiyası"nın namını dinleyince "bundan daha canavarı olamaz'' deyip, eşkıyanın yaşadığı en büyük dağa doğru yola çıkmış.

Kışın ortasında dağa vardığında eşkıyanın adamları "Tek başına bu dağda ne gezersin bre ahmak?" delikanlıyı esir almışlar.  

Delikanlı "ağanıza bir hediye getirdim" deyince onu yedi dağın eşkıyasının karşısına çıkarmışlar.

Eşkıya hakikaten dedikleri kadar varmış. Delikanlı cesaretini toplayıp babasının vasiyetini anlatmış ve koynundan kesenin birini çıkarıp yedi dağın eşkıyasına uzatmış:

"Ağam, bunu size vermezsem babam mezarında rahat yatmaz, lütfen kabul edin."

O namlı eşkıyanın yüzünde babacan bir ifade belirmiş:

"Sevdim seni. Safsın, temizsin, dünyadan haberin yok. Benim namım bu dağları sarmıştır, lakin memlekette benden büyük bir eşkıya daha bulunur. Biz eşkıya da olsak, hak etmediğimiz mala el sürmeyiz. Sen şimdi geldiğin yoldan dön, şehre var. Gidip kadı efendiyi bul. Memleketin en büyük eşkıyası odur. Selamımı söyle, bu keseyi ona ver!.

Sonra adamlarına emretmiş:

"Bu yiğidi, başına bir iş gelmeden düze indirin, şehir yolunda bırakın!"

Delikanlı şehre inmiş kadı efendinin konağına varmış, başından geçenleri anlatmış:

- İşte böyle kadı efendi. Bu keseyi hak eden sizmişsiniz, ben de eğer kabul ederseniz size takdime geldim.

Kadı efendi yerinden fırlamış:

"Vay ahlaksız eşkıya! Hakkımızda neler demiş. Be hey Allah'tan korkmaz kul, sen ne yüzle bana haram para teklif edersin? Şimdi yatırayım mi seni kırbaç altına?"

"Efendim ben de anlatılanlara uydum, ne yapacağımı bilmez haldeyim. Bana acıyın."

Kadı efendi, gözünü uzaklara dikip biraz düşünmüş, sonra kara kaplıyı açıp sakalını sıvazlamış:

- İmdiii..Bir din ve devlet temsilcisinin böyle açıktan para kabul etmesi hem kanun-u âliye, hem de Allah rızasına münasip olmayıp, alan da veren de bu âlemde ve mahşerde suçlu durumuna düşer. Lakiiin, eğer aramızda bir ticari akit tanzim eder ve sen bana bu bir kese altını bir alışveriş neticesinde takdim eyler isen, ben dahi bunu senden bir hizmet karşılığı alır isem, şer'an caiz olup başkaca bir işlem yapılması gerekmez. Yani, kısacası, ben bu altınlar karşılığı sana bir şey satacağım.

- Ne satacaksınız kadı hazretleri?

Kadı efendi, elini uzatıp pencerenin dışını göstermiş:

- Bak bu dışardaki bahçe ve civarındaki cümle arazi bana aittir. Şimdi bak bakalım, ne görüyorsun bu arazinin üzerinde?

- Kar, her yeri bembeyaz kar kaplamış.

- Pek güzeeel.. İşte ben bu arazideki karları sana satacağım, sen de bir kese altın karşılığı aldığını beyan eden bir belge imzalayacaksın, böylece alışveriş tamam olacak.

Altınlardan bir an önce kurtulmak isteyen genç çocuk, 'efendim aklınızla yaşayın' deyip teklifi kabul etmiş, imzalar atılmış. Altın kesesini kadı efendiye teslim eden çocuk, huzur içinde oradan ayrılmış. Memlekete gitmeden önce bir handa geceleyip hem karnını doyurmayı hem de biraz dinlenmeyi düşünmüş.

Handa horul horul uyurken, sabaha karşı kadının emrindeki zaptiyeler kapıyı yumruklamışlar.

- Kalk hele, kadı efendi seni görmek ister, davası varmış.

Genç çocuk, 'ne davası ola ki?' dese de yaka paça kadının huzuruna çıkarmışlar.

Bir de bakmış ki, kadı efendi hiddet içinde. Daha, 'selamın aleyküm' diyemeden kadı efendi bağırmış:

- Be hey utanmaz, arlanmaz, eşkiya kılıklı işgalci. Bre biz seninle dün akşam arazimdeki karları satın aldığına dair mukavele imzalamadık mı?

- İmzaladık kadı efendi, ben de karşılığını size takdim ettim.

- Sus!..Bak bakayım dışarıya, ne var arazimin üzerinde?

- Ne olacak, kar var. Tıpkı dünkü gibi.

- Mel'un, hala konuşuyor! Dün sen bu karları benden satın almadın mı? O halde senin karların ne hakla benim arazimi işgal ederler? Şimdi bu işgal, kanun dairesine ve de hak rızasına uygun mudur? Derhal kaldır o karları benim arazimden, yoksa, vallahi acımam, seni işgalcilikten hapse attırırım!

- Aman efendim, dönümler dolusu karı ben nasıl kaldırayım?

- Onu, arazimi işgal etmeden önce düşünseydin! 

Delikanlı yine yalvarmış:

- Efendim, ocağınıza düştüm, yok mudur bu işin de kitaba uygun bir hal yolu?

Kadı, kara kaplıyı tekrar açmış, bir müddet mırıldanarak okuduktan sonra:

- Vardır!.. İmdiii. Arazi sahibi ve davacı olan ben ile, davalı sıfatı ile sen arasında, arazimi işgal bedeli karşılığında, benim de rızam ile bir kese altın karşılığı işbu karları burada tutmaya iznim olduğunu belirtir bir mukavele imzalarsak, bu husus kanun ve nizama uygun bir şekilde hale kavuşur. Yanii, sen bana öbür kese altını da işgaliye bedeli olarak vereceksin.

Bizim genç çocuk öbür kese altını da vermiş, gereken evrakları imzalamış, konaktan çıkıp temiz havaya kavuştuğunda, dağlara bakıp bağırmış:

- Hey gidi yedi dağın efesi, Sen haklıymışsın. Daha büyük eşkıyalar da varmış. Senin açık açık yaptığın eşkıyalık, bunların kanunla yaptığı eşkıyalığın yanında nedir ki!...

Allah işi  kitabına uyduran, uyduramayan cümle eşkiyadan korusun.

26 Eylül 2020 Cumartesi

Körler Ülkesi

H.G.Wells’in Körler Ülkesinde adlı öyküsünde bir dağcı, geçirdiği kaza sonunda, dış dünyayla ilişkisi olmayan bir köyde bulur kendisini. 


Bir hastalıktan dolayı tüm köy halkı nesiller önce kör olmuştur ve artık köyün kültüründe görmekle ilgili kelimeler bile kalmamıştır. Dağcının görmekten, renklerden, kuşlardan söz etmesini onun deliliğine verirler. Dağcı görmek diye bir şeyin olduğuna inanmaları için onlara uzaktan bakıp ne yaptıklarını, kimin elini kolunu oynattığını söyleyebileceğini anlatır. Köylüler önce kabul ederler, ama sonra bir duvar arkasına geçip ellerini kollarını oynatırlar ve “görmek diye bir şey olsaydı oradan da görürdün çünkü sana hep aynı mesafede kaldık” derler. Deliliğinin kaynağının da burnunun iki yanındaki ıslak şeyler olduğunu, bu ıslaklıkları kızgın demirle söndürürlerse hiçbir deliliğinin kalmayacağını söylerler. 


Üstelik bu arada kahramanımız köyden bir kıza da âşık olur. Karar zamanı gelir. Gözlerini dağlatıp köyde kalmak mı, kaçıp bilmediği çıkış yolunu aramak mı? 


Soru bir hikâye kahramanı ile ilgili olunca “ben de olsam kaçardım” demek kolay. 


- Aklınızı ve yaratıcılığınızı söndürüp var olan, kalıplaşmış, sorgulanmayan kavramların içinde kalıp terfi etmek, kabul görmek mi?

- Yoksa nerede olduğunu bilmediğiniz çıkış yolunu aramak mı?


 Ali Sinan Sertöz - Bilim ve Teknik,  Ocak 2016

25 Eylül 2020 Cuma

Cam Tavan Sendromu

 


Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görürler.

Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar.

Metal zemin ısıtılır. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışırlar ama başlarını tavandaki cama çarparak düşerler. Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplarlar, tekrar başlarını cama vururlar.

Pireler camın ne olduğunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çekerler.

Defalarca kafalarını cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıpla(ya)mamayı öğrenirler.

Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır. Zemin tekrar ısıtılır. Tüm pireler eşit yükseklikte, 30 cm zıplarlar! Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yükseğe zıplama imkanları vardır ama buna hiç cesaret edemezler.

Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı ‘hayat dersine' sadık halde yaşarlar. Pirelerin isterlerse kaçma imkanları vardır ama kaçamazlar.

Çünkü engel artık zihinlerindedir. Onları sınırlayan dış engel (cam) kalkmıştır ama kafalarındaki iç engel (burada 30 cm’den fazla zıplanamaz inancı) varlığını sürdürmektedir.

Bu deney canlıların neyi başaramayacaklarını nasıl öğrendiklerini göstermektedir.

Bu pirelerin yaşadıklarına ‘cam tavan sendromu’ denir. Bir insanın gelebileceğine inandığı en üst nokta, onun cam tavanıdır.

Cam tavanınız, hayallerinizin tavan yüksekliğini gösterir. İnsan inandığına denktir.

Yapabileceğini düşündüğü kadardır...

Dr.David Schwartz

17 Eylül 2020 Perşembe

Karakter, İngiliz General ile Çoban ve Köpeği

Yıl 1917

İngiliz General Stanley, Irak'ta bir çobana rastladı. Tercüman vasıtasıyla çobana dedi ki;

- Eğer sürüdeki köpeğini öldürürse, ona 100 sterlin vereceğim.

Tabi ki, çoban için köpek çok kıymetlidir; sürüyü sevk ve idare eder, kurtlara karşı korur.

Ama teklif edilen para da o gün için çok büyüktür.

Bunun üzerine çoban, köpeği yakalayıp, generalin önünde keser.

● General bu sefer de çobana der ki:

- Eğer köpeğinin derisini yüzersen, 100 sterlin daha veririm.

Çoban köpeğinin derisini de yüzer.

🌑 General çobana der ki:

- Köpeği parçalara bölersen, 100 sterlin daha veririm.

Çoban onu da yaptı.

● General parayı verip oradan ayrılırken çoban, General'in arkasından seslendi ve dedi ki:

- 100 sterlin daha verirsen, köpeği yerim..! 

General; "Asla!" dedi.

Ve *Ben sizin değer verdikleriniz hakkındaki karekterinizi öğrenmek istedim.

Sonra:

- Para için, yoldaşını, yardımcını ve senin için çok kıymet ifade eden köpeğini kestin, yüzdün ve parçaladın.

- Eğer bir 100 sterlin daha verseydim onu yiyecektin de..!*

-Benim ihtiyaç duyduğum ve öğrenmek istediğim bu karekterindi* dedi.

General yanındakilere dönerek dedi ki:

- "Bu karekterde fazla insan olduğu müddetçe korkmayın..!"


15 Eylül 2020 Salı

Şeyh Edebali'nin Öğütleri

Oğul;

“İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz…”

Dünya bir garip han, bir hoyrat mekan,

İnsan bir garip varlık kabına sığmayan…

Hayat bir yudum su, bir anlık rüya…

Ömür bir kısa yol tekrarı olmayan…

Bu yolda nazarımızı sonsuzluğa dikip; büyük yürümek ve büyük ölmek gerek. Bu yolda hırs, diken; benlik ve kibir, engeldir oğul. Sakın ha kendine takılmayasın ve kendinde boğulmayasın. Teklik sadece Allah’a mahsustur, tek başına karara durup hoyrat dünyanın dayanılmaz ağırlığını kaldırmayasın. İşlerini ehil kişilere danışarak tutasın, danışırsan yol alırsın, danışmasan yolda takılıp kalırsın oğul.

“Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgarında savrulup gidersin.”

Bir dem gelir bir tekmeyle dünyaları yıkacak olursun, bir dem gelir yerdeki karıncaya mağlup olursun. Güç hayvanda bile mevcut. Akıl sadece anahtar. Anahtara takılmasın. Aslolan anahtarın açacağı kapılardır. Kapıların ardında hazineler, kapıların ardında sırlar vardır. Sırlar ki, ebedi muştuları koynunda barındırır; sonsuza kavuşturur. Aklını kullanıp dünyadayken cennetin kapılarını aralayasın oğul.

“Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın, azminden dönmeyesin. Çıktığın yolu, taşıyacağın yükü iyi bil, her işin gereğini vaktinde yap!”

Öfke ateş, öfke afet, öfke şeytandır oğul. İnsanoğlu dağları devirir; ama öfkesine mağlup olabilir. Öfkeyle savaşı daima taze tutmak gerektir.

“Yolcu, buruk baş gerek

Gözde daim yaş gerek

Huy biraz yavaş gerek

Yoksa yollar aşılmaz.”. diyen ne güzel söylemiştir. Öfke benliğin yemi, en lezzetli gıdasıdır. Benlik semirdi mi irade yok olur gider. İradesi zayıflayanın ruhu intihar eder. Posalaşmış bir beden taşımak ne ağır zillet, ötelere kapalı bir ruh taşımak ne büyük ihanet.

Sabırsız olmaz oğul. Sabırsız menzile varılmaz. Kaf Dağı’na sabırsız ulaşılmaz. “Sabır kara bir dikeni yutmak, diken içini parçalayıp geçerken de hiç ses çıkarmamaktadır.” İnsan ocaklar gibi yanmalı, yanmalı da kimselere gamını ilan etmemelidir. Gözünü ötelere dikesin oğul, hesabını idealine göre yapasın. Şunu da asla unutmayasın: “Her şeyin vakti tayin edilmiştir. Vaktinden önce öten horozun başı kesilir.”

Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmakta kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır.

“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme.”

Bizler nefreti eritmek için, muhabbetin asaletini dünyaya yeniden hakim kılmak için çıktık yola. Bu yolda utanacak bir şeyimiz yoktur. Muhabbet yolunun gizlisi saklısı yoktur oğul. Ama altının değerini de sarraf bilir, sözünü muhatabına göre ayarlayasın. Cahilin karşısında altınlarını çamura atmayasın. Yiğit olan kördür, kötülüğü görmez; sağırdır, kem sözü işitmez; dilsizdir, her ağzına geleni demez. Bildiğini de her yerde ayaklar altına sermez. Yunus gibidir o; yüreği muhabbete, gönül ibresi Hakikate ayarlıdır. O bir defa söz verdi mi, onu namusu bilir.

“Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!”

Anadolu; içinden kıvrım kıvrım ırmaklar akan, ağıtları alev alev ciğerler yakan… “Ana”larla dolu olan…

Ana çile yumağıdır, oğul dua kaynağıdır. Ana yüreği narin bir ipek, ata bileği Hakk’ın diktiği en sağlam direktir. Ne ananın ince yüreğini yakasın, ne de babanın kapı gibi bileğini kırasın oğul. Yarın yuva kurduğunda ocağınla onlar arasında köprü olasın. Ana ve ata düşmemek için sırtımızı dayadığımız duvardır, yarın duvar yıkıldığında kıymetini anlarsın.

“Sevildiğin yere sıkça gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın kalmaz. Düşmanını çoğaltma, haklı olduğunda kavgadan korkma! Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!”

Her şeyin ortası makbuldür, sevginin de. Sevdiğini gereğinden fazla sevmeyesin. Sevgini de, sadece yüreğinin eline vermeyesin. En çetin imtihan “sevgi”yle olanıdır. “Kişi ne kadar bahadır olsa da, muhabbete tuş olur.” diyen atanın sözünü aklından çıkarmayasın. Böyle imtihan olmamak, istikbalde neslinden utanmamak için gecelerin bağrında, seherlerin aydınlığında duaya durasın. Senin ideallerin ve geleceğe dair hedeflerin var oğul.

Gönül adamı ömrünü boşa harcamaz, yüreğini ucuza satmaz, edep tacını başından almaz. Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir. Haklı olduğunda kavga vermesini bilir. Kavgayı sadece bileğiyle değil, ilmiyle ve yüreğiyle yapmasını bilir.

İyiliğe kötülük, şer kişinin kârı,

İyiliğe iyilik her kişinin kârı

Kötülüğe iyilik de, er kişinin kârıymış oğul.

Sen bizim rüyamız, sen bizim devâmız, sen bizim duamızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun.

Zümrüt-ü Anka’nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun ebediyete kadar açık olsun.

Mutluluğumuz Başkalarında Gizli: Balon Havuzunda Kendi Balonunu Bulmak



500 kişi bir seminerdeydi. Birden konuşmacı durdu ve bir grup çalışması yapmaya karar verdi. Herkese bir balon vererek başladı. Herkes gazlı kalemle balonuna adını yazmalıydı. Sonra bütün balonlar toplandı ve bir odaya kapatıldı.

Katılımcılar odaya alındı ve 5 dakika içinde üzerine isimlerini yazdıkları balonu bulmaları söylendi. 

Herkes deli gibi kendi adını aramaya başladı, insanlar çarpıştılar, bir birlerini ittirdiler, tamamen bir kaos ortamı oluştu.

5 dakikanın sonunda kimse kendi balonunu bulamamıştı.

Konuşmacı bu sefer herkesin bir balon almasını ve üzerinde adı yazan kişiye o balonu vermesini söyledi. Bir kaç dakika içinde herkes kendi balonuna kavuşmuştu. Konuşmacı dedi ki: “Yaşamımızda bunu görüyoruz. Herkes deli gibi mutluluğu arıyor ve nerede olduğunu bilmiyor.

Bizim mutluluğumuz başkalarının mutluluğunda gizlidir. Onlara mutluluk verin; sizinki size gelir. Ve insanların yaşam amacı da budur…mutluluğun peşinden gitmek.”

14 Eylül 2020 Pazartesi

Makamlar Gelir Geçer: Kağıt Bardak



Eski bir bakandan bir konferansta konuşma yapması istenmişti.

Elinde kağıt kahve bardağı ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı. 

Ama kafasının başka yerde olduğu sanki anlaşılıyordu.

Daha bir iki cümle söylemiş iken durdu, kahve bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı kaldırıp baktı.

Derin bir nefes aldı ve;

“Biliyor musunuz ne düşünüyorum?" diye sordu,

"Bu konferansta geçen yıl da, hem de aynı kürsüde konuşmuştum.

Tek bir fark vardı; o zaman hala bakanlık görevim sürüyordu. 

Buraya gelirken bana business class bileti alınmıştı, hava alanında beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.

Beni önce bir otele götürmüşlerdi. 

Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine çıkarmıştı.

Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen bir heyet vardı. 

Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi.

Özel bir kapıdan içeri almışlardı. 

Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta kahve ikram etmişlerdi.

Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim."

Eski bakan derin bir nefes aldı, 

seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti 

"Fakat bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum." bir an durdu ve sonra

"Dün buraya kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum. Beni hava alanında kimse karşılamadı. 

Otele taksi ile geldim. 

Kendi odama kendim çıktım.

Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim.

Kapıdan girerken güvenlikten geçtim, hüviyetimi alıp listede olduğuma emin olmadan salona almadılar bile.

Sonra da bulabildiğim yerde oturdum.

Canım kahve istedi ve görevliye sordum; 

bana dışarıda kahve makinesi olduğunu söyledi.

Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kağıt bardağa kahveyi kendim doldurdum." 

Seyirci gülmeye başlamıştı.

"Sanıyorum geçen yıl porselen bardak bana sunulmamıştı. 

Makamıma sunulmuştu.

Benim asıl bardağım işte bu." 

Konuşmanın bu noktasında gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi. 

Alkışlar bitince de şunları söyledi;

"Size verebileceğim en iyi ders bu işte. 

Bütün o övgüler, 

hizmetler, 

avantajlar rütbeniz, 

rolünüz, 

makamınız içindir. 

Size ait değildir.

Ve bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde 

porselen bardağınızı halefinize verirler.

Çünkü aslında layık olduğunuz hep kağıt bardaktır...


Leaders Eat Last - Simon Sinek

13 Eylül 2020 Pazar

İnsanlar Nasıl Kontrol Altında Tutulabilir

Büyük İskender felsefenin duayeni Aristo'ya bir mektup yazar.

''Zapt ettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutabilmek için ne yapmalıyım'' diye üç soru sorar;

1. Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?

2. Ülkenin ileri gelen insanlarını hapse mi tıkayım?

3. Ülkenin ileri gelen insanlarını kılıçtan mı geçireyim?

Aristo şu cevabı verir;

1. Sürgünde toplanıp sana başkaldırırlar.

2. Hapishaneler militan yuvası olur kontrolden çıkar.

3. Onlardan sonraki nesil intikam hırsıyla büyür tahtını sallar.

Ve, çözüm olarak şu nasihati verir;

''İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin, birbirleriyle savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin, ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın!

9 Eylül 2020 Çarşamba

Japon Bilge ve Öğrencisi


Büyük bir Japon bilgesi, çölde kumlar üzerinde oturmuş meditasyon halindedir…

Adamın biri, ona yaklaşır ve şöyle der:

– Beni öğrencin olarak kabul et.

Bilge, parmağıyla kumlar üzerinde düz bir çizgi çeker ve şöyle der:

– Kısalt!

Adam, avuçlarıyla çizginin yarısını siler.

Bilge der ki:

– Git, bir sene sonra tekrar gel.

Bir yıl geçer. Bilge, yine bir çizgi çizer ve der ki:

– Kısalt!

Adam, bu kez çizginin yarısını avucu ve dirseğiyle kapatır.

Bilge, gene kabul etmez ve der ki:

– Git, gelecek sene gene gel.

Ertesi yıl olur. Bilge, tekrar kumların üzerine bir çizgi çeker ve adamdan onu kısaltmasını ister.

Bu kez, adam der ki:

– Bilmiyorum.

Ve Bilge’den cevabı kendisine söylemesini rica eder.

Bilge, çizginin yanına daha uzun bir çizgi çeker ve der ki:

– Şimdi kısaldı.

29 Ağustos 2020 Cumartesi

Banka Soygunu



Çin’in Guangzhou kentinde bir banka soygunu. Soygunculardan biri bankadakilere bağırır: “Kımıldamayın. Para devletindir, ama hayatınız sizindir.” Herkes sessizce yatar… 

 * Bunun adı “Zihin Değiştirme Kavramı”dır. Alışılmış düşünce tarzını değiştirmek…* 


Bu arada müşterilerden bir kadın bir masanın üzerine yatmıştır. Ama bacaklar ortada… Soyguncu bağırır: “Edebini takın. Bu bir soygun, ırza geçme değil!”

 * Bunun adı “Profesyonelliktir. İşin neyse onun üzerinde yoğunlaş!* 


Soyguncular paraları yüklenip eve kapağı atmışlar. Daha genç olanı (MBA derecelidir) daha yaşlı olanına (ki bu ise 6 yıl ilkokuldan sonra terk): “Abi, hadi şu paraları sayalım,” der. Daha yaşlı olanı der ki: “Çok aptalsın be. Bu kadar para oturup sayılır mı? Bu akşam zaten TV haberlerinde kaç para çaldığımızı öğreniriz.”

 * Buna “Deneyim” derler! Günümüzde deneyim kağıt diplomalardan çok daha önemlidir.* 

Soyguncular bankadan kaçtıktan sonra Şube Müdürü, Şube Şefine hemen polisi aramasını söylemiş. Şef demiş ki: “Durun hele Müdürüm. Alacaklarını aldılar. Biz de bir 10 milyon daha alıp daha önce iç ettiğimiz 70 milyon dolara ekleyelim, ne dersiniz?”

 *Buna “Dalgayı yakalamak” derler. Berbat bir durumu kendi lehine çevirmektir bu!* 


 Müdür der ki; “Yahu, her ay bir soygun olsa harika olurdu. Ne eğlenirdik!”

 * Buna “Sıkıntılardan kurtulmak” derler. Kişisel mutluluk işinden çok daha önemlidir.* 


Akşam TV haberleri bankadan 100 milyon dolar çalındığını açıklamış! Çaldıkları paranın çok daha az olduğu bilen soyguncular oturup saymışlar parayı… Tekrar tekrar saymışlar. Bakmışlar hepi topu 20 milyon! Çok kızmışlar bu işe; “Biz hayatımızı tehlikeye atıp 20 milyon çalabildik. Banka Müdürü bir el hareketiyle 80 milyon götürdü. Galiba soyguncu olmak yerine doğru dürüst eğitim görmek daha iyiymiş!”

 * Bu “Bilgi altından daha değerlidir” demektir…* 


Banka Müdürü çok mutludur. Özellikle bir süre önce borsada kaybettiklerini geri alabildiği için. 

 * Buna da “Çalıyor ama çalışıyor” derler.***😉

 'Fakir, çalmasını bilmediği için fakirdir...' - Bir Türk büyüğü  

Nur Yüzlü İhtiyar Kuyumcuda

Nur yüzlü ihtiyar bir adam şeyh edasıyle kuyumcuya girdi.  Kuyumcu saygıyla karşıladı. İhtiyar dedi ki: -Ben senin sevabınım..! Kuyumcu güld...